28 Şubat 2010 Pazar

Kâinatın Efendisi’ne "HAZRET" demeyenler...

Kâinatın Efendisi’ne "HAZRET" demeyenler...




Ahmet Mahmut Ünlü Hocamız, (Cübbeli Ahmet Hoca) dergimizin geçen sayısındaki yazısında Mustafa İslamoğlu’nun yanlışlarıyla ilgili mühim bilgiler verdi. İslamoğlu hakkında benim de söyleyeceklerim var. Hatta vereceğim bilgiler içinde birisi var ki, orijinali sadece bende var, Türkiye’de benden başka da kimsede yok…



Bu bilginin ne olduğunu merak edeceğinizi biliyorum. Ama zaten belgesiyle göreceğinize ve nasıl olsa eninde-sonunda öğreneceğinize göre aceleye lüzum yok. Zaten o kadar da mühim bir şey değil.
Bunun ne olduğunu İslamoğlu’nun yakın çevresinin merak edeceğini de biliyorum. Ârifan’ı dikkatle takip ettikleri için yakında onlar da göreceklerdir zaten.
Öyle tahmin ediyorum ki, neyi kastettiğimi İslamoğlu kendisi de bilir. Onun için o da acele etmesin. Kendisi hakkındaki itiraz edemeyeceği o hüküm cümlelerini nasıl olsa bu dergide o da okuyacak. O bilgiye Hilal Televizyonu seyircileri de ulaşınca, kendilerinin kandırıldığını anlayacaklar.
İşte o zaman “Takke düştü kel göründü” olacak, İslamoğlu’nun saçının ak mı kara mı olduğunu herkes görecek. Biliyorum, şimdiden “Kelimiz yok ki gocunalım. Ne biliyorsa söylesin” diyerek etrafını da oyalayacak kendisi de oyalanacaktır ama varsın oyalanadursun. Ben şimdilik kendisine, “Temetta’ bikavlike galîlen” diyorum…
Bu kısa önsözden sonra yavaş yavaş esas konumuza girelim…
İslamoğlu’nun kaleme aldığı kitaplardan birisinin ismi şöyle: ÜÇ MUHAMMED. Muhammed diye kasdettiği de sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)…
Lütfen kitabın ismine dikkat! Peygamberimiz’in isminin yanında “Hazret” kelimesi olmadığı gibi hürmet ifade eden başka bir kelime de yok. İslamoğlu, işte bu isimdeki bir kitapla müslümanlara Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) hakkında nizâmât vermeye çalışıyor. Nizâmât da demiyelim de, Müslümanlara şekil vermeye çalışıyor diyelim. Yani kendine göre bir şekil…
Aşağıda da okuyacağınız gibi, İslamoğlu Peygam-berimiz’e “Hazret” dememekte yalnız değil. Onunla aynı düşüncede olanların hepsi böyle. Onlar da Allah dostlarını hürmetle anmıyorlar. Gördüğünüz gibi, onların dillerinde Peygamberimiz “Hazret”siz, “Sallallâhü Aleyhi ve Sellem”siz, sadece Muhammed...
Bunlar, sadece Peygamberimiz hakkında değil bütün peygamberler (Salevâtüllâhi Aleyhim Ecmâîn) hakkında da böyleler. Onlara göre meselâ Hazreti Âdem, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa yok. Âdem, İbrahim, İsa, Musa var. Peygamberler sanki onların ya asker arkadaşı veya çelik çomak oynadıkları oyun arkadaşı...
Onlar peygamberlerden böyle bahsederken, bu memleketin solcuları bile meselâ Doğu Perinçek bile Peygamberimiz’den bahsederken, “Hazreti Muhammed” diyor.
Yukarıda, “Bu hususta İslamoğlu yalnız değil” demiştik ya, ona geleyim. Meselâ İslamoğlu’nun sevdiği, beğendiği ve okuyucularına zaman zaman model olarak sunduğu birisi var: Ali Şeriatî…
Peygamberimiz hakkında Şeriatî’nin de bir kitabı var. İsmi de şöyle: Muhammed Kimdir.
Bakın! İslamoğlu gibi o da “Hazret” dememiş. Hazret demese de onun yerine hürmet ifadesi olarak başka bir ifade kullanıyor mu bari, meselâ aleyhisselam diyor mu? Ne gezer!... Hem demiyor, hem demesi beklenmez de… Hatta “Hazret” dememesi şöyle dursun, Peygamberimiz’e HAKARET EDİYOR!
Bunun nasıl bir hakaret olduğunu aşağıda okuyacaksınız. Mustafa İslamoğlu’nun örnek şahsiyet olarak gösterdiği kişi işte böyle birisi. İkisi de Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte ortak. Birinin yazdığı kitabın ismi ÜÇ MUHAMMED diğerinin ki MUHAMMED KİMDİR?
Değerli okuyucular! Bu yazıyı aslında Mustafa İslamoğlu’nu tanıtmak için kaleme almıştık. Ama söz onun hayran olduğu Ali Şeriatî’den açıldığı için konu ona kaydı. Ama mühim de değil. Çünkü ikisinden birini anlatınca diğerini de anlatmış oluruz. Nitekim, “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” denilmemiş mi? Hoş İslamoğlu ile Şeriatî de birbirlerinin fikir arkadaşı zaten. Üstelik İslamoğlu böyle bir arkadaşlıktan şeref de duyar...
Birkaç sene önce, İstanbul kütüphanelerinin birinin müdürü olan arkadaşım, “Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını okumak istedim. Fakat ancak yarısına kadar okuyabildim. Daha fazla tahammül edemeyip bıraktım” demişti. Onun üzerine merak ettim, ne pahasına olursa olsun okumalıyım deyip başladım. Tahammülsüzlük kelimesini unutup kitabı bitirdim. Arkadaşım yerden göğe kadar haklıymış.
Neyse, İslamoğlu’nun sitayişle bahsettiği ve öve öve bitiremediği Ali Şeriatî’nin MUMAMMED KİMDİR kitabına bakalım ve “İnsanın eseri, o insanın kendisidir” fehvasınca, Şeriatî’yi kendi eserinden tanıyalım.

Ali Şeriatî’nin bu eseri, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeriatî İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acemler derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu: Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye; gerçek inancını gizleyip inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için, “ Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.
Ali Şerîatî MUMAMMED KİMDİR isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha önsözde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya takiyye yapıyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına başvuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Önsözde, kitabı hakkındaki ikinci yalanı da şöyle: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da aşağıda göreceğiz. Önsözde yazdığına göre Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”

İşte bu doğru… Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.
Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.

Şimdi, Ali Şeriatî’nin, kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarına madde madde bakmaya çalışalım:
1- Hazreti Ömer (Radıyallâhü anh) zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremediği için buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı”, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)
2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi görüyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor. Ona göre Müslümanlar vahşî, o zamanki imansız İran ile, Doğu Roma ise ileri bir toplum. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonya. İşte sözleri: “Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması, tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)
3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Peygamberimiz’in düşüncesini şöyle aktarıyor: “Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29) Bedir Harbi’ne katılan Ashâb-ı kiram hakkında ise şöyle diyor: “…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…” Yani ona göre Ashâb-ı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, yağma için yola çıkmış.
4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden Ashâbı kötülemeye şöyle devam ediyor: “Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32) Bedir ordusundaki Ashâb-ı kiramı, içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor: “Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)
5- Ashâb-ı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
“Ebûbekir’in tevhid anlayışı…
Bilal’in tevhid anlayışı..
Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” (s: 36)
Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
“Kin ve intikam ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)
6- Kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını Şeriatî şöyle anlatıyor:
“İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. “
Gurur!.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir. (s: 42)
Gördüğünüz gibi, İslâm ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, Ashâb-ı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.
7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da Ashâbın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
“Osman firar etmişti. Ömer ve Ebûbekir ortalıkta görünmüyordu.” (s: 65)
8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de, Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi…” (s: 70)
“Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu?” demeye getiriyor.
9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak birkaç kişinin bulundukları yerde öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslâm’ı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, bu meseleden bahsederken şöyle diyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)
Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte kullandığı ifadeler:
“Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir rûhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur."
Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir rûhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor. Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucular.
10- Huneyn Harbi’ni nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpte müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.
Lütfen Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmayınız. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:
Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu. (s: 213)
Gördüğünüz gibi müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
“Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” (s: 216)
Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi müşriklere fedakâr demekte ısrar ediyor:
“Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri, gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” (s: 217)
Evet müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
“Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” (s: 221) Müşrikleri bu kadar öven yazarın, İslâm askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)
11- Yukarıda temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklıktır ve mezhebî itikadlar açısından bakmamaktır ki, ashabtan baba oğul iki mümtaz sîma hakkında şu ifadelerde bulunabiliyor:
“Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)
Eğer mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye (Radıyallâhü Anhümâ) hazretlerini, münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.
Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi, yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi? olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.
Yazımızın sonuna geldik. Ali Şeriatî’nin Pey-gamberimiz’e nasıl hakaret ettiğini anlattık ama Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyi yazamadık.
Zaten Şeriatî ile söyleyeceklerimiz bile bitmiş değil. Nasipse Ârifan’ın bundan sonraki sayılarında bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin.
Şimdilik fî emânillah…

ALİ EREN -ARİFAN DERGİSİ
Devamını okuyun...>>

24 Şubat 2010 Çarşamba

Ehl-i Sünnet Düşmanı Bir Kemirgen Mustafa İslamoğlu

Hasan Ali AKIN

Onlarca yıldır, gizli ve aşikâr Ehli Sünnet Ve’l cemaat anlayışını hem içten hem dıştan kemirip durdular. Kendilerine bir şey sorulduğunda ise
cevap verecek gücü bulamadıkları için, sinsice ve gizlice
milletin zihnini alttan altta
ifsad ettiler


Ehli Bidat taifesinde son günlerde bir hareketlilik var, paçaları tutuşmuş durumda, onlarca yıldır Müslümanların içine akıttıkları irinin hesabı sorulacağı endişesi ile büyük adam pozlarında ‘birlik beraberlik nutukları’ atarak meseleyi örtmeye ve gizlemeye çalışıyorlar. Gizledikleri ve örtmeye çalıştıkları nedir?

Tabiî ki en başta samimiyetsizlikleri, kendi söylediklerine bile bağlılık gösteremeyecek kadar iki yüzlülükleri, bir müslümanın ‘höt’ demesi ile başını ceketinin içine gömüp ezilip, büzülüp mütevazı aydın pozlarında günü kurtarma derdindeler. Oysa onlarca yıldır, gizli ve aşikâr Ehli Sünnet Ve’l cemaat anlayışını hem içten hem dıştan kemirip durdular. Kendilerine bir şey sorulduğunda ise cevap verecek gücü bulamadıkları için, sinsice ve gizlice milletin zihnini alttan altta ifsad ettiler. Kimi zaman Akabe vakfı denildi, kimi zaman bilmem ne gecesi denildi, kimi zaman bilmem ne derneği kutlamaları denildi, kimi zaman tefsir dersleri dendi ve her defasında zihinleri ifsad etmekten, dini içten içe kemirmekten başka bir şey yapmadılar. Sahabe düşmanı İran’- dan aldıkları paralarla Hilal TV’yi kurup milletin zihnine Humeyni adlı sapığın, Ali Şeraiti adlı Batılılaşmış Şiî’nin, Esed adlı nasipsizin, Efgani adlı nidüğü belirsizin görüşlerini aktardılar.

Bu yeni bir olay değil 1300 yıldır süregelen bir durum. Mustafa İslamoğlu gibi kemirgenlerin dediği sözler ilk kez söyleniyor da değil, Mustafa o gün söylenenleri yeniden söylemekten başka bir şey yapmıyor. Düne kadar Yaşar Nuri Öztürk gibi katıksız Ehli Sünnet Ve’l Cemaat düşmanı biri ile el ele gül güle programlar yapan Mustafa İslamoğlu, 28 Şubat sonrası oluşan boşluktan ve 28 Şubat’ta gösterdiği korkaklığın getirdiği mükâfatlardan yararlanmış ve kendisine açılan imkânları maddi olarak değerlendirdiği gibi, çevresinde oluşan propagandaları da lehine semerelendirmiştir. Fetullah Gülen Cemaati ile de yakın ilişkiler içerisinde olan İslamoğlu benzeşmenin getirdiği laik-batıcı iltifatları kendi marifeti bilmiş ve artan gücünü ilminden zannetmiştir. Milletimiz denize düşen yılana sarılır misali ‘Kim diyorsa peşine takıldığı’ndan bu şiî kırması, fikir yosmasını dinlemek zorunda kalmıştır. Bu ise Ehli Sünnet Ve’l Cemaat anlayışından sapmalar meydana getirmiş ve birçok kişide zihin karışıklığına sebebiyet vermiştir.

Mustafa İslamoğlu üzerine düşen vazifeyi, kendisine bahşedilen makam ve maddiyat karşılığında mükemmel olarak yapmakta ve her fırsatta Ehli Sünnet Ve’l Cemaat Anlayışı’nı içten içe kemirmektedir. Ancak görünen o ki Cübbeli Hoca Efendi’nin, bu şiî kırması mezhepsizin pisliklerini delilleri ile ortaya koyması sonucu ciddi bir panik yaşamaktalar. Hatta kanalda çalışan ve neredeyse her hafta program yapan birkaç kişi bu açıklamalardan sonra kanalla ilişkisini kesmiş durumda, Mustafa İslamoğlu ise dışarı çıkacak cesareti bulamamakta, endişeli ve heyecanlı davranışlar sergilemekte, bu durum ise yakınlarının gözünden kaçmadığı içinde Akabe’de ve Hilal TV’de kontrol devre dışı kalmakta.

Böyle olacağı belliydi zaten;

A be adam! Madem korkudan sıçan deliğine girecektin, ne diye Müslümanlara, sahabeye, âlimlere YAHUDİLEŞME TEMAYÜLÜ diye dil uzatıyorsun. Ne diye Şia misyonerliği yapıyorsun (Dağarcık, İmamlar ve Sultanlar), ne diye Efgani’yi eleştirenler “onun tuvalet bezi bile olamaz” diyorsun ve böyle bir masonu “Tek kişilik bir ordu, tek kişilik bir ümmettir, göklerin kendine dar geldiği kartaldır.”(Anadolu) diye tanımlıyorsun, ne diye recmi(Yahudileşme Temayülü) ve yecuc mecucu inkâr ediyorsun, ne diye tefsir ve tevil adı altında Kur’an’ı tahrif ediyorsun( Meal Kitabı), ne diye kendi anlayışsızlığına Ehli Sünnet Ve’l Cemaati delil gösteriyor ve bunu yaparken de okuyucu nasılsa kaynağa bakmaz deyip Ehli Sünnet âlimlerinin söylemediği şeyleri söylemiş gibi, ol mubareklere iftira atıp, zan altında bırakıyorsun. Bilmiyor muydun biri birgün çıkıp; ‘bunca zamandır sövdüğün yeter’ diyecek. Şimdi geçmiş pispis sırıtarak tevazu görüntüleri altında zavallılaşıyorsun. Söylediklerine sahip çıksana, sana söylenenlere cevap versene. Bırak birlik beraberlik nutuklarını, Dini içten kemiren sen, bölmekten başka ne yaptın ki birleştiresin? Düne kadar Müslümanlar laik-Kemalist güruh tarafından sıkıştırıldığında, taciz edildiğinde, darp edildiğinde işkencelere mahkûm edildiğinde sen neredeydin, hangi hain tezgâhlar peşinde, Müslümanların fedakârlıklarını istismar ediyor ve onların birikimi ve duyguları üzerinden hava atıyordun? Cehaletin zirvesindeki sen, Hz. Osman (r.a)’ya, Hz. Muaviye (r.a) ya dil uzatır(İmamlar Sultanlar), Hz Aişe’yi(r.a) zan altında bırakıcı (Kur’an ayetleri mevzuu, Yahudileşme Temayülü) ve hadis âlimlerini, siyer âlimlerini küçültücü ifadelere(Üç Muhammed) yer verirken, onlar canları ve kanları pahası İslâm için mücadele ediyordu. Sen ne yapıyordun! İran’a seferler düzenliyor, Akabe’den hacı kafilesi gibi İran ziyaretleri planlamıyor muydun? İran’dan gelen Şia’nın sapık âlimlerine konferans, sohbet gibi ortamlar oluşturup, Ehli Sünnet Bağlısı gençlerin Şia’ya karşı muhabbetini artırıcı misyonerlik faaliyeti yürütmüyor muydun. Hilal TV’de yayınlanması için, her tarafından ifrat ve tefrit akan ve yine her yanından Ehli Sünnet Ve’l Cemaata kin akan bir film olan İmam Ali (r.a) filmi için kimler hangi destekte bulundu. O filmde küçük düşürülen, zihinlere zalim, dedikoducu, iktidar hırsı ile tutuşmuş sahabiler diye lanse edilen sahabeler hakkında sen ne düşünüyorsun. Malum olanı düşündüğün belli ki ekranlara çıkarıp on binlerce müslümanın zihnini ifsat edebiliyorsun.

Ehli Sünnet düşmanlığı nedir, sence? Ya da daha net soralım din düşmanlığı nedir? Hep reddedenle, bir parçasını reddedip karşı çıkan arasında ne fark vardır. Bir parçasını reddeden, diğer parçaları kabul etse savunsa ne olur? Hem düşman değilim deyip, hem de düşmanlar gibi Ehli Sünnet’e saldırmak düşmanlıktan daha rezil bir durumdur ki, içler acısı olan budur. Hain tıynetli yapı neden bu kadar ilgi görür, iki yüzlü korkak tavır neden mütevazılık maskesi ile saklanır da hakikat perdelenir; cehaletin ve hıyanetin psikolojisidir bu.

Bir işten sıyrılmanın en kolay yoludur bu; “Ben masumum, siz ne derseniz kabulüm, zaten ben de tam sizin gibi düşünüyorum, ben de Müslümanların birlik ve beraberliğinden yanayım, edebe riayet, küfürle itham” falan. İşte bu sözler Mustafa İslamoğlu’nun tıynetini bir daha açık ediyor. Demezler mi adama; ulan sen o zaman niye Muhaddisleri yalancılıkla, Sahabeden bazılarını saltanat düşkünü olmakla itham ediyorsun! Sen niye İslâm âlimlerinden bir kısmını Yahudileşme temayülü göstermekle itham ediyorsun, sen niye bölücülük yapıyor ve mutezile, şia ve vehhabilik terkibi mezhepsizlik mezhebine yol açıyorsun. Ehli Sünnet Ekolünün binlerce âlimini batıcılardan beter bir hainane davranışla itham ediyor, İslâm kültür ve maneviyat dünyasında ilmiyle, ahlâkıyla, disipliniyle, mücadelesiyle yer etmiş şahsiyetleri Yahudileşme temayülü ile suçluyorsun(Kadı Iyaz, Kastalani ve bir çok tasavvuf büyüklerini).

Ehlisünnet dışı olmakla kalmayıp inandığını iddia ettiğin dini bile şaibeli bir tartışma içine çekerek ‘dini içten kemirmeye’ çalışman ise ayrı bir âlem. Hz Osman(r.a) zamanında Kur’an’ı Kerim-i Mushaf halinde getirilmesini Yahudileşme temayülü içerisinde zikrederek ne demek istiyorsun?

Ehli Sünnet Âlimlerinden İmam-ı Azamı istismar ederek aklı sıra kullanarak Emevi’ye şia ağzıyla sövmeye yeltene zat günümüz şartlarında ise laik hükümetlerin kapı yardakçılığını yapmaktan laikliğe karşı her hangi elle tutulur bir tavır koymaktan uzaktır; korkaklığı ve şia tıynetliği her zaman aynıdır. Ehli Sünnet’i arkadan vurma öteden beri şia alışkanlığıdır.

Hayızlı kadının oruç tutabileceğini sitende yayınlıyor, abdestsiz Kur’an’a dokunulabileceğini söylüyor, Cuma namazının kadınlara da farz olduğunu iddia ediyor. Kabir azabını inkar ediyorsun. Be adam bunca fitne-fesat bozgunculuk olmuyor mu? Bunca akıttığın irin Yahudileşme ya da Şiîleşme temayülü olmuyor mu? Birde geçmiş pişmiş kelle gibi sırıtarak “mütevazi aydın” havalarında, utanmadan sıkılmadan milleti izana, irfana davet ediyorsun.


BARAN Dergisi Sayı: 114
Devamını okuyun...>>

30 Aralık 2009 Çarşamba

Mustafa İslamoğlu Kainatın Efendisinin Şerefini Düşürmeye Uğraşıyor!

Mustafa İslamoğlu Kainatın Efendisinin Şerefini Düşürmeye Uğraşıyor!

Benim ve mensubu bulunmakla iftihâr ettiğim cemaatin, kimsenin şahsına hakaret ve iftirâ ile veya herhangi bir kimseye yapılan bir iftirâyı nakletmekle işimiz olmaz. Zaten bu tür davranışlar İslâmiyetin yasak ettiği hareketlerdir. Bizim tek derdimiz Ehl-i Sünnet akîdesini muhâfaza etmek ve bunu bozmaya çalışanlara karşı ilmî reddiyelerde bulunmaktır.

Üzüntüler içinde uğurladığımız Rebî’u’l-evvel ayında bizlere Rahmeten li’l-âlemîn olan Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in sonsuz himmetlerini ulaştıran Allâh-u Te’âlâ’ya nihâyetsiz hamd-ü senâlardan, kendisi hakkında: “Ben bir kişiye anasından babasından, çoluk çocuğundan ve bütün insanlardan hattâ canından daha sevgili gelmediğim sürece o kişi (kâmil mânâda) îman etmiş olamaz” buyuran Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına sınırsız salât-ü selâmlardan sonra!

Geçen yazımızda sizlere söz verdiğimiz başlıkları tâkib etmek suretiyle, bu yazımızda Mustafa İslamoğlu’nun, “Üç Muhammed” kitabında Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in şânını tenkıs ve Kâinatın Efendisinin şânına tâzim edenleri tahkîr içeren bâtıl fikirlerini reddederek Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in dünyada himmetlerini, âhirette şefaatlerini taleb etmeye devam edeceğiz.

Ancak şunu tekrar tekrar belirtmekte yarar görüyorum ki; benim ve mensubu bulunmakla iftihâr ettiğim cemaatin, kimsenin şahsına hakaret ve iftirâ ile veya herhangi bir kimseye yapılan bir iftirâyı nakletmekle işimiz olmaz. Zaten bu tür davranışlar İslâmiyetin yasak ettiği hareketlerdir. Bizim tek derdimiz Ehl-i Sünnet akîdesini muhâfaza etmek ve bunu bozmaya çalışanlara karşı ilmî reddiyelerde bulunmaktır.

Nitekim aylardır Ârifân Dergisi’ndeki yazılarımızı tâkib edenler ve toplantılarımıza iştirâk ederek ya da internetten bizi izleyerek sohbetlerimizi dinleyenler, bunun böyle olduğunu bilmektedirler. Bu konuda şüphesi olanlar da yayınlarımızı tâkib etme imkânına her dâim sahiptirler. Dolayısıyla geçen ay bâzı haber ajanslarında kasıtlı bir iftirâ olarak yazılıp çizilen: “Cübbeli Ahmet Hoca’yla Mustafa İslamoğlu belden aşağı kapıştılar, Cübbeli Ahmet Hoca’nın konuşmasından sonra İslamoğlu’nun hapis yatmasına neden olan mahkeme kararı dağıtıldı” şeklindeki haberler tamamen asılsızdır, bunun hiçbir isbâtı ve şâhidi olamaz.

Benim hiçbir konuşmamın peşinden İslamoğlu hakkında belge dağıtılmamıştır. Hele benim gibi iftirâya mâruz kalarak haksız yere iki sene yedi ay üç gün hüküm giymiş birinin, başka biri hakkında verilen karâra dayanarak yorum yapmam veya bu konuda yorum yapanlara katılmam ya da menşei belli olmayan böyle bir yazının dağıtılmasına seyirci kalmam asla düşünülecek bir şey değildir. Bu tür sokak hareketlerinden hiçbir şekilde haberdar edilmediğim halde, bâzı haber ajanslarının sitelerinde ve yeni çıkardıkları gazetelerinde hemen ilk hafta reyting kaygısıyla düzdükleri bu iftirâları okumam beni son derece üzmüştür.

Siz okurlarıma vasiyetim odur ki, fasıklar yoluyla gelen hiçbir habere îtibar etmeyesiniz, Müslümanlar arasında müstehcen haberlerin yayılmasını gönülden bile geçirmeyesiniz. Çünkü Allâh-u Te’âlâ: “Îman edenler içerisinde fuhşî konuların yayılmasını sevenler için dünyada da âhirette de çok acı verici büyük bir azab vardır” (Nûr Sûresi, 19) kavl-i şerîfiyle, aslı olan konuların yayılmasını arzulayanları bile büyük bir azabla tehdit etmişken, ya aslı astarı olmayan bu gibi iftirâları yayanları nasıl cezalandıracaktır?!

Bu vesîleyle sizleri tekrar bu yalanlara inanmamanız husûsunda uyardıktan sonra reddiyelerime devam edebilirim. Sizlerden ricam, canınızdan çok sevmeniz gereken, gece gündüz sizlerin affı için göz yaşı döken ve doğarken de yaşarken de, mahşerde de sizleri kurtarma derdine düşen Muhammed Mustafa (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) gibi Yüce bir Peygamberin şânını takdire çalışan Kâdı Iyâz, Suyûtî ve Nebhânî gibi büyüklere cephe açan, üstelik İmam-ı Buhârî ve Ahmed ibni Hanbel gibi muhaddis ve müctehidlere: “Peygamberin karizmasını artırmak için hadis uydurdular” diye iftirâ atma cesâretini gösteren bu İslamoğlu’nun fikirlerinden, hiç değilse tuttuğunuz takımın aleyhine konuşanlardan yâhut hayranı olduğunuz bir sanatçı hakkında ileri geri sözler sarfedenlerden rahatsız olduğunuz kadar rahatsız olmanız ve bu reddiyelerimizi insafla okuyup herkese ulaştırmanızdır.

Rabbim, Habîbinin müdâfaasını ihtiva eden bu reddiyeleri O’nun ümmetine ulaştıranları, O’nun şefaatine nâil eylesin. Âmîn!

ÜMMET-İ MUHAMMED PEYGAMBERE SAYGI GÖSTERİRKEN VAHYE SIRT DÖNMÜŞ DEĞİLDİR

İslamoğlu: “Bugün, Ümmet-i Muhammed, kendinden önceki Nuh, Ad, Semud ve Firavun toplumları gibi bir melek peygamber isteme imkanından ‘mahrum’dur. Fakat bu mahrumiyetin açığını, kendilerine örnek insan olarak gönderilen bir peygamberi melekleştirerek kapatmaya çalışmakla, aslında Kur’an’da geçen vahye sırt dönmüş toplumların suçuna ortak olmaktadır” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:33) derken, Kur’ân’ın nassıyla en hayırlı ümmet olan bu ümmetin fertleri arasında hiçbir ayırım yapmaksızın tümünü, kendilerine melek bir peygamber gönderilmesini isteyen müşrik toplumlara nasıl kıyas edebilmiş ve bu ümmeti, vahye sırt dönmüş toplumların şirk suçuna nasıl ortak edebilmiştir?

Oysa bugün bu ümmet içerisinde “Keşke Peygamberimiz melek olsaydı” diyen yâhut “Peygamber beşer olması hasebiyle yiyip-içtiği ve evlendiği için meleklerden aşağıdır” diye düşünen veyâ Peygamberin çarşılarda alışveriş için gezip dolaşmasını yadırgayarak O’nu hayattan dışlamak isteyen bir fert bile bulunmazken, İslamoğlu’nun, âyet ve hadislerde bildirilen fazîletlerle Peygamberlerini methetmekten başka bir suçları bulunmayan bu şerefli ümmeti müşriklerle suç ortağı olarak îlan etmesi, bir bakıma: “Siz en hayırlı ümmetsiniz” (Âl-i İmrân Sûresi, 110) buyuran Allâh’ı yalancı çıkarmak, diğer taraftan: “Ümmetim sapıklıkta birleşmez”Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i tekzib etmek, öte yandan da bütün bir ümmete iftirâda bulunmak değilse, dinde inkar ve iftirâ sayılacak hiçbir şey kalmamış demektir. (Tirmizî, no:2166, Hâkim, el-Müstedrek, no:391) buyuran “RASÛLÜLLÂH ÖRNEKTİR” BUYRULMAYIP, “RASÛLÜLLÂH’DA ÖRNEK VAR” BUYRULMASI, RASÛLÜLLÂH’A SEÇİCİ YAKLAŞMAMIZ GEREKTİĞİNİ İFÂDE ETMEZ İslamoğlu: “Yine “Doğrusu Allah’ın Elçisi’nde sizin için güzel örneklik vardır” (33.21) âyeti........ peygamber’in örnekliğini makul ve mümkinle sınırlandırmış; ‘Allah’ın Elçisi örnektir’ demek yerine seçici yaklaşımla ‘Allah’ın Elçisi’ nde’ demiştir. Bu da bir seçiciliktir.”........ “Kur’an toptancılık ve tazime dayalı bu aklı şiddetle eleştirdi. Onun yerine seçicilik ve tebyine dayalı bir akıl önerdi. Kur’an’ın davet ettiği İslâm aklı, toptancı değil seçmeci bir akıldı” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:47-48) hezeyanlarıyla neyi kastetmektedir?

Zâten dörtten fazla kadınla evlenebilmesi ve uykusunun abdestini bozmaması gibi, kendisine has bâzı konularda Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i örnek alamayacağımız yine kendisi tarafından bize açıklanmışken, biz O’nu örnek alacağımız konularda nasıl seçici olabiliriz ki? Yâni O’nun ‘helâldir’ veya ‘haramdır’ dediği her hangi bir mesele hakkında: “Acaba?! Bunu bir Allâh’a soralım mı?” diyeceğiz, yoksa “Aklımıza uyanı alırız, uymayanı atarız” gibi bir akılsızlık mı yapacağız, değilse biz bu seçiciliği neye göre yapacağız? Oysa Allâh-u Te’âlâ Kur’ân-ı Kerîm’in bir çok âyetinde Kendisine itaattan sonra O’na kayıtsız şartsız itâatı bize emretmiştir (Nur Sûresi, 54), bir âyet-i kermesinde de: “Rasûle itâat eden muhakkak Allâh’a itâat etmiştir” (Nisâ Sûresi, 80) buyurarak, Peygambere itâatı, Kendisine itâatın ta kendisi olarak değerlendirmiştir. Bu durumda biz Allâh’a itâat husûsunda da mı seçici olmak durumundayız.

Ayrıca Allâh-u Te’âlâ: “O’na uyun ki, hidâyet bulasınız” (Âraf Sûresi, 158) buyurarak, doğru yola erişmeyi mutlak mânâda O’na uymaya bağlamıştır ama aslâ “O’na uyarken seçici olun” buyurmamıştır. Yine böylece: “O Rasûl size neyi verdiyse onu alın, sizi hangi şeyden nehyettiyse ondan vazgeçin” (Haşr Sûresi, 7) buyururken de, “O’nun verdiği ve engellediği şeyler husûsunda toptancı olmayın, seçici olun” gibi bir kayıt getirmemiş, tam tersine bu konuda seçici davranarak, umûmî mânâ ifâde etmeye vaz edilmiş olan ‘Mâ’ lafzını tercih etmek suretiyle genelleme yapmıştır.

Burada benim anlayamadığım husus şudur; Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e uymamamız gereken birkaç özel konu Kitab ve Sünnet’te bize bildirilmişken, artık bizim seçici olmamız gereken ne kalmıştır? Böyle bir mânâyı ortaya atan kişinin kastı olsa olsa “Allâh ve Rasûlü’nün hükümleri size ulaştığında onları toptan bir kabülle karşılamayın bilakis mantığınıza vurun” şeklinde olur ki, bunun îman şartlarından olan gayba îmanla bağdaşmayacağı âşikardır. Nitekim Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bâzı şeyleri emrederken veyâ yasaklarken hikmetini açıklamış, bâzı konularda da mücerred bir beyân ile yetinmiştir. Burada bize düşen seçici olmak değil, teslim olmaktır.

Her vesîleyle Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Selem)in üstünlüklerinden bir kısmını kısıtlamaya özen gösteren İslamoğlu’na karşı, uğurladığımız Mevlid ayı münâsebetiyle başlatmış olduğum reddiyeler yer darlığı nedeniyle maalesef geçen sayıda eksik kaldığından, bu konudaki diğer reddiyelerim Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in medediyle ve bu reddiyeleri hazırlamam için özel teşvikleri bulunan Sevgili Efendi Hazretlerimizin himmetiyle bu ayda da, gelecek aylarda da inşâallâh devam edecektir.

Özellikle Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer peygamberlerden üstün olduğunu sahîh hadislerde vârid olan bâzı fazîletlerle ispat etmeye çalışanlar hakkında İslamoğlu’nun: “Peygamberler arasında üstünlük yarışı çıkarmak Yahudi işidir” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:78-79) diyerek Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in diğer peygamberlerden üstün oluşunu reddeden sapık görüşüne bir reddiye olmak üzere, müstakil kısa bir risâle yazmak niyetindeyim. Ama beni en çok müteessir eden şey, bu kişinin, Buhârî, Müslim, Ahmed ibni Hanbel, Kâdı Iyâz ve Suyûtî gibi en büyük muhaddis ve müctehidler hakkında bile pervâsızca: “Peygamberin karizmasını artırmak için hadisler uydurdular” demiş olmasıdır. Çünkü onun bu babta örnek olarak açıklayıp reddettiği hadisler, bu büyüklerin kitaplarında mevcuttur.

RASÛLÜLLÂH ALLÂH’IN BİLDİRMESİYLE GAYIPLARI BİLMİŞTİR YOKSA KENDİSİNE KARİZMA KAZANDIRMAK İÇİN KİMSE HADİS UYDURMAMIŞTIR!

İlk önce şunu ifâde edelim ki Allâh-u Te’âlâ: “O bütün gayıpları bilendir, râzı olduğu rasuller dışında gaybına kimseyi vâkıf etmez....” (Cin Sûresi, 26) buyurarak, peygamberlerine dilediği gayb ilimlerini bildirdiğini haber vermiştir. Sahâbe-i Kirâm da Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in kendilerine kıyâmete kadar olacakları, tüm fitneci önderleri ve bütün ilimleri bildirdiğini söylemişlerdir. Nitekim Huzeyfe (Radıyallâhu Anh): “Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kıyâmete kadar olacak her şeyi bize anlattı” (Buhârî, no:6604, Müslim, no:2891, Ebû Dâvud, no:4240) buyurmuştur.

Gel gör ki; İslamoğlu Hz. Âişe (Radıyallâhu Anhâ)’nın: “Kim Muhammed yarın ne olacağını bilir sanıyorsa, şüphesiz o, Allâh’a büyük bir iftirâda bulunmuş olur” sözünü delil göstererek, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in kendisinden sonra kıyâmete kadar meydana gelecek olan hâdiselerle ilgili on binleri aşkın Hadîs-i Şerîf’ini inkâr etmiştir. Oysa Âişe (Radıyallâhu Anhâ)nın bu sözü: “Allâh bildirmeden bilir sanıyorsa” kaydıyla mukayyeddir. Zira Âişe (Radıyallâhu Anhâ) gibi ilim sahibi birinin, Cin Sûresi’nin âyetini yâni Allâh-u Te’âlâ’nın, rasullerine gayp ilmini öğrettiğini bilmemesi düşünülemez.

Ama İslamoğlu bu mânâyı bildiği halde hükmü genelleştirmiş, bununla da kalmayıp, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in gaybî konuları bildiğini rivâyet eden tüm sahabe ve tâbiini, müctehid ve muhaddisleri karalamak için: “Hz.Peygamber’in yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek, hiçbir tevile sığmayan bir yığın haber üretmekten de geri kalmamıştır. Mesela Suyuti’nin el-Hasaisu’l-kübra’sına bakılırsa, Hz. Peygamber, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın öldürüleceklerini haber vermiştir” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:81) diyerek Buhârî, Tirmizî, Nesâî, Darekutnî, İbni Ebî Âsım, Ahmed ibni Hanbel, Taberanî ve Heysemî gibi saymakla bitiremeyeceğimiz kadar çok sayıda muhaddisi, ayrıca onların Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e varıncaya kadar bu hadisleri birbirinden rivâyet ettikleri tüm râvileri ve bu hadisleri bizzat Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)den duymuş olan Ebû Hureyre, Enes ibni Mâlik, Ammar bin Yâsir, Suheyb ve Cabir ibni Semure (Radıyallâhu Anhüm) gibi sahabeyi, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e karizma kazandırmak için haber üreten kimseler olarak nitelemiştir. Zîra Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in, Ömer ve Osman (Radıyallâhu Anhümâ)nın şehid olacağını haber verdiğini, adını verdiğim tüm kaynaklar nakletmiştir.

Nitekim bu kaynaklarda zikredilen rivâyetlere göre; Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) bir kere, yanında Ebû Bekr, Ömer ve Osman (Radıyallâhu Anhüm) bulunduğu halde Uhud Dağı’na çıktığında dağ sallanmaya başlamış, o zaman Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Uhud yerinde dur! Zîra senin üzerinde bir Nebî, bir Sıddık, iki de şehid bulunmaktadır” buyurmuştur. (Buhârî, no:3675, Tirmizî, no:3696, Nesâî, no:3608, Ahmed ibni Hanbel, no:12127)
Ayrıca Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem): “Bu ümmetin en kötüsü Ali’nin sakalını kana boyayacak olandır” buyurmuştur. (Taberânî, Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, 9/137)

Yine İslamoğlu: “Hz.Peygamber hepsi de vefatından yıllarca sonra ortaya çıkacak olan Hariciler’i, Rafiziler’i, Kaderiyye’yi, Mürcie’yi, Zenadika’yı haber vermiştir. Tabi ki mezhep ve fırkalarla ilgili bu tür sahih olmayan rivayetler de, fırkalar arası mücadelede kullanılmak üzere üretilmiş birer lojistik destek unsuruydu.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:82) diyerek, bu konuda hadîs-i şerîf rivâyet eden binlerce sahâbe, tâbi’in, müctehid ve muhaddisten oluşan zevât-ı kirâmı, kendi mezheplerine lojistik destek sağlamak için paket tasarlamak gibi bayağı ve aşağı bir ifâdeyle karalamaktan hiç çekinmemiştir.
Oysa bu konudaki hadîs-i şerifler “Kütüb-ü sitte” gibi sahih kaynaklarda mezkurdur. Nitekim İbni Ebî Evfâ (Radıyallâhu Anh)dan rivâyete göre Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) Hazreti Ali’yi kafir sayarak ona karşı çıkacak olan Hâricîler hakkında: “Hâricîler cehennem köpekleridir” buyurmuştur. (İbni Mâce, no:173, Tirmizî, no:3000)

Ali ve İbni Abbas (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edilen hadîs-i şeriflerinde: “Âhir zamanda Ehl-i Beyti sevdiğini iddia ederek Ali’yi kendisinde bulunmayan (ilahlık yâhut peygamberlik veya Ebû Bekr ile Ömer’den üstünlük gibi) vasıflarla metheden Râfizîler olacak, onlar Ebû Bekr ve Ömer’e sövecekler” diye haber vermiştir. (Ahmed ibni Hanbel, no:1377, Ebû Nu’aym, 4/95-96).

Huzeyfe ve İbni Abbas (Radıyallâhu Anhümâ)nın rivâyet ettiği hadîs-i şeriflerde ise: “Her ümmetin bir mecûsîsi vardır, bu ümmetin mecûsîleri de kaderi inkâr edenlerdir, ümmetimin iki sınıfı için İslâm’da hiçbir nasip yoktur, onlar da (“Îman sâde bir sözdür, amele lüzum yoktur” diyen) Mürcie ve (“Alın yazısı yoktur” diyen) Kaderiye fırkalarıdır” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, no:4692, Ahmed ibni Hanbel, no:5588, Tirmizî, no:2149)

İbni Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)nın rivâyet ettiği hadîs-i şerifte ise: “Kaderiye bu ümmetin mecusîleridir, hasta olurlarsa ziyaretlerine gitmeyin, ölürlerse de cenazelerinde bulunmayın” buyurmuştur. (Ebû Dâvud, no:4691)

Ebû Ümame (Radıyallâhu Anh)dan rivâyete göre ise Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem): “Mürcie fırkası yetmiş peygamberin diliyle lânetlendi” buyurmuştur. (Hâkim, et-Târîh, Rûyânî, no:1180, Suyûtî, el-Câmi’u’l-kebîr, no:265, Taberî, Tehzîbu’l-âsâr, no:1970)

Bu konudaki râvileri ve rivâyetleri müstakil bir kitap halinde toplayacak olsak, İslamoğlu’nun mezhep taassubuyla karaladığı kimselerin sayısının binleri aşkın olduğu görülür. Şimdi insafla düşünecek olursak, bunca sahâbenin, müctehid ve muhaddislerin kendi mezheplerine lojistik destek sağlamak için bu hadisleri uydurdukları, kabullenilebilecek bir şey midir? Farz-ı muhal böyle bir şeyi aklımızdan geçirecek olsak, o zaman helal, haram, emir ve yasak konularında bütün müctehidlerin kendilerinden hadis rivâyet ettiği bu zatların ve onların rivâyetleriyle hüküm tesbit eden bütün müctehidlerin fetvaları, töhmet altında kalmış olmaz mı? Bu durumda ortada din namına bir şey kalır mı? Ama babasının da isâbetli tesbitine göre kendisi de “Kaderiye”den olan İslamoğlu’nun, bu fırkanın aleyhinde vârid olan hadîs-i şerifleri inkâra kalkışması yadırganacak bir şey değildir.

İslamoğlu hezeyanlarına devam ederken sarf ettiği: “Biz, Hz.Peygamber’in daha Mekke’deyken, müminlerin fetih ufkunu Bizans ve Pers imparatorluklarını içine alacak kadar genişlettiğini biliyoruz.....Fakat, bu insanlara bu perspektifin kazandırılması Hz.Peygamber’in büyüklüğü için kafi gelmezmiş gibi, yine mevzu olanın zayıfa, zayıfın da sahihe karıştığı bir paket tasarlanır. Bu paket içinde, Hire’nin fethinden Şam ve Irak’ın fethine, Kudüs’ün fethinden Mısır’ın....fethine varana dek haberler yer alır.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:82) sözleriyle Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in haber verdiği bazı fütühâtı kabul etmiş gibi görünüp, diğerlerini inkâr ederken bu tercihi neye göre yapmaktadır?

Oysa onun, muhaddisleri paket tasarlamakla suçladığı bütün fetihler sahih kaynaklarda zikredilmiştir. Hire’nin fethini Buhârî (no:3595), Şam ve Irak’ın fethini Buhârî ve Müslim (no:1875, no:1388), Kudüs’ün fethini Buhârî (no:3176) rivâyet etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en mûteber kaynak sayılan “Sahîhayn”de geçen bu haberler hakkında “mevzû, zayıf ve sahihin birbirine karıştığı bir paket” diyebilmek ve bu yüce muhaddisleri böyle bir paketi tasarlamakla suçlamak, cehaletten kaynaklanan bir cesâret eseri değilse, mutlaka sû-i niyete mebnî bir hıyânet olsa gerektir.

Bütün bu ithamların altında yatan tek gerçek, Cin Sûresi’nin âyetine ve birçok sahih hadîs-i şerîfe rağmen İslamoğlu’nun, hâlâ Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e gayıpların bildirildiği hakîkatini kabullenememiş olmasıdır. Halbuki İslamoğlu Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in Allâh’ın bildirdiğini bileceğeni mecbûren itirâf etmektedir. Peki biz Allâh-u Te’âlâ’nın Rasûlüne neleri bildirdiğini nasıl bilebiliriz? Allâh-u Te’âlâ’nın kendisiyle görüşemeyeceğimize göre, elbette ki bunu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bildirmesiyle bilebiliriz. Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in hadîs-i şeriflerini ise bize sahâbe, tâbi’în ve muhaddisler nakletmişlerdir.

Bu nakillere göre Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) “Medîne’nin muhâsara edileceği” (Buhârî, no:1874, Müslim, no:1389), “Hayber’in Hazreti Ali’nin eliyle fethedileceği” (Buhârî, no:3701, Müslim, no:2406), “Bu ümmete dünyanın bollaştırılacağı” (Buhârî, no:1465, Müslim, no:1052), “Kisrâ ve Kayser’in hazînelerinin İslâm hazînesine intikal edeceği” (Buhârî, no:3121, Müslim, no:2919), “Bu ümmetin arasında bidat fırkalarının, fitne ve ihtilafların baş göstereceği” (bu konuda kütübü sittede geçen tüm hadisleri İbnü’l-Esir Câmiu’l-usûl’de cem etmiştir, 10/3), “Bu ümmetin bir kısmının Yahudi ve Hristiyanların yoluna gireceği” (Buhârî, no:3456, Müslim no:2669), “Bu ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağı ve bir tek Ehl-i Sünnet’in kurtulacağı” (Ahmed ibni Hanbel, no:2/332, Ebû Dâvud, no:4596, Tirmizî, no:2640, İbni Mâce, no:3991), “Bu ümmetin Moğollarla ve Rumlarla savaşacağı” (Buhârî, no:2928, 3590, Müslim, no:2912), “Acem ve Rum imparatorluklarının ortadan kalkmasından sonra bu imparatorlukların bir daha kurulamayacağı” (Buhârî, no:3120, Müslim no:2018), “Bu ümmetin mülkünün meşrik ve mağribe yani doğunun en uzak memleketi olan Hindistan’dan, batının bittiği yer olan Tanca Denizi’ne kadar ulaşacağı” (Müslim, no:2889), “Emevîlerin yönetimi ele alacağı ve lâkin adâletli olamayacağı” (Hâkim, Tirmizî, Beyhakî, Ebû Ya’lâ, no:7380, 6523), “Kızı Fâtıme’nin âilesi içerisinden ilk önce kendisine kavuşan olacağı” (Buhârî, no:3626, Müslim no:2450), “Kendisinden sonra kâmil halifeliğin otuz sene süreceği” (Ebû Dâvud, no:4646, Tirmizî no:2226), “Üveys el-Karanî adındaki zâtın fazîletli hâli” (Müslim, no:2542), “Her gelen zamanın geçenden şerli olacağı” (Buhârî 7068), “Koyun çobanlarının şehre inip büyük binalar yaparak birbirlerine hava atacağı” (Buhârî, no:50, Müslim, no:9) ve “İstanbul’un fethedileceği” (Ahmed ibni Hanbel, no:18478, Ebû Dâvud, no:4294) gibi, değil bu birkaç sayfalık yazımın, cildler dolusu kitapların dahi ihâta edemeyeceği kadar fazlaca gaybî konuyu bize bildirmiştir.

Artık kararı siz okurlarımın îman ve insâfına havâle ediyorum. Siz müminler: “Bugün bana ne sorarsanız, mutlaka onu size açıklarım” (Buhârî, no:6001) hadisiyle, hiçbir peygamberin söyleyemeyeceği bir sözü hiç çekinmeden sarfedebilen ve: “Ben göklerde ve yerde olan herşeyi bildim” (Tirmizî, no:3233) hadîs-i şerifiyle, gaybî konular dahil bütün ilimleri bildiğini beyân eden Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e ve Huzeyfe (Radıyallâhu Anh) gibi “Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) kıyâmete kadar olacak her şeyi bize anlattı” (Buhârî, no:6604, Müslim, no:2891, Ebû Dâvud, no:4240) diyen sahâbîlere mi inanacaksınız yoksa bu konudaki binlerce hadîs-i şerîfi bize ulaştıran on binlerce sahâbe, tâbi’în, tebe’i tâbi’în, etbâ’i tebe’i’t-tâbi’în ve muhaddisîn hakkında: “Hz.Peygamber’in yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek, hiçbir tevile sığmayan bir yığın haber üretmekten de geri kalmamıştır” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:81) diyen bir şahsa mı inanacaksınız?!

Bugün tercih sizin, ama yarın âhirette Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in sancağı altında mı, yoksa O’nun havzından kovulanlar arasında mı bulunma tercihi sizin elinizde değil. Elbette ki Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)i müdâfaa edenler O’nun ikrâmına mazhar olacak, ama O’na “Sen de kendini methettiğin kadar büyük değilsin, seni methedenler de amma abartmış” diyenler ve böyle diyenleri dinlemeye hâlâ devam edenler ise, hiç şüphesiz ki O’nun havzından kovulacaklardır. Gerçi O yine onlara acıyarak: “Ey Rabbim! Onlar da benim arkadaşlarım, (müsâade buyur da kendilerine havzımdan içireyim)” diyecekse de, Allâh-u Te’âlâ: “Ama onlar senin ardından din adına neler uydurdular” buyurarak yabancı develerin havuz başından kovulması gibi onları kovacaktır. (Buhârî, no:6205)

Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in ümmetinden olma şerefine eriştirildikten sonra, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâ’at inancından bir karış bile ayrılarak İslam ipini boynumuzdan çıkarmaktan Allah’a sığınır ve cümlenizi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in faziletlerini inkâr ederek, bu ipi boynundan çıkaranların şerrinden Rabbime sığındırırım.

Ahmed Mahmud ÜNLÜ (Cübbeli Ahmed Hoca Efendi) - Arifan Dergisi

Devamını okuyun...>>

28 Aralık 2009 Pazartesi

İslamoğluna Karşı Uyanık Olun.!

İslamoğluna Karşı Uyanık Olun.! 


Kendilerine yâhut yakınlarına veyâ sevdiklerine hakâret ve iftirâ edildiğinde etkilenip tavır takınan kimseler, sahâbe ve tâbiîne yapılan bunca hakâret karşısında hâlâ sessiz ve seyirci kalabiliyorlarsa, mutlakâ îmanlarındaki samîmiyeti sorgulamalıdırlar.

"Biz seni ancak bütün âlemler için büyük bir rahmet olarak gönderdik” buyuran Allâh-u Te’âlâ’ya nihâyetsiz hamd-ü senâlardan, kendisini “Ben ancak çokca hidâyet eden bir rahmetim” diye vasıflayan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına hadsiz ve adsiz salât-ü selâmlardan sonra! Önceki yazılarımızda sizlere söz verdiğimiz başlıkları tâkib etmek suretiyle, bu yazımızda da Mustafa İslamoğlu’nun, “Üç Muhammed” kitabında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şerefini tenzil ve Fahri Kâinat’ın şânına tâzim edenleri tahkîr ve tezyif içeren âtıl ve bâtıl fikirlerini reddederek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dünyada medetlerini, âhirette de elimizden tutmasını taleb etmeye devam edeceğiz. Allâh-u Te’âlâ bizi de siz okurlarımızı da Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ırz-u haysiyetini koruyanlar zümresine ilhâk eyleyip, iki cihanda da himmetlerini üzerimizde dâim eylesin. Âmîn! 

KA’BU’L-AHBÂR, RASÛLÜLLÂH’IN NUR OLUŞUNU, YAHUDİ KABBALİZMİNE DAYANARAK ÎCAD ETMEMİŞTİR, BİLAKİS O’NUN NUR OLDUĞUNU KUR’ÂN SÖYLEMİŞTİR

İslamoğlu, en yüce sahâbîlerin bile kendisinden rivâyette bulunduğu Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh) gibi tâbi’înden bir zâtın Kur’ân’ı yahudi tasavvuruyla okuduğunu iddiâ ederken, bakın nasıl bir örnek açıklıyor: “Kökleri hermetik öğretiye ve oradan da Yahudi Kabbalizmine dayanan bir yaklaşımla “Nur-ı Muhammedî” teorisinin mucidi olduğunu tahmin ettiğimiz Ka’bu’l-Ahbar, “Allah göklerin ve yerin ışığıdır” (24.35) ayetini bakın nasıl anlıyor. "İkinci “nur” sözcüğü, burada, Muhammed sallallahu aleyhi vesellemdir. Allah’ın “onun nurunun örneği” sözü, “Muhammed sallahu aleyhi vesellemin nuru” anlamına gelir. 

“Nur-ı Muhammedî” teorisini desteklemede kullanılan bu “nur” rivâyetleri, sadece aşırı mistik bir yorum olarak İslâm geleneğine girmemiştir. Süyuti bu konuda bize hayli malumat veriyor: “Hakîm Tirmizi, Zekvan’dan naklen aktarıyor: ‘Rasûlüllah (sav)’ın, gün ya da ay ışığında gölgesinin yere düştüğü görülmemişti. İbn Seb’in el-Hasais’inde der ki: ‘Onun gölgesi yere düşmezdi, çünkü o nur idi. O güneş ve ay ışığında yürüdüğü zaman onun gölgesi görülmezdi.’ Bazıları buna, Rasulullah’ın şu duasını delil gösterdilr: “Beni nur kıl!” 

Bu tipik bir aşırı yüceltmeci yanlış anlamaydı. İkisi de gnostik tabiatlı olan Kabalacı Yahudilikle Hermetizm’in karışımından ortaya çıkan yanlış anlama, bu noktada kalmadı. İş, “Hz.Peygamber’e kim ne kadar karizma katacak?” yarışına dönüştü.”
(Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:90-91) 

İslamoğlu’nun bunca uydurukça söz içeren bâtıl ve tezvir dolu şu beyanlarından sarsılmamak ve ürpermemek elde değildir. Bu durumda o bu suçlamaları rivâyetleri nakledilen zevâta mı, yoksa “Size Allâh’tan bir nur, bir de Kitâb-ı Mübîn geldi” (Mâide Sûresi, 15) buyurmuş olan Allâh-u Te’âlâ’ya mı yöneltmiş olmaktadır, zîrâ müfessirlerin tamamı bu âyet-i kerîmede geçen kitabı “Kur’ân”, nûru da “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)” olarak tefsir etmişlerdir. Zaten Allâh-u Te’âlâ: “Ey Nebî! Gerçekten biz seni bir şâhid, bir müjdeleyeci, bir uyarıcı, Allâh’ın izniyle Allâh’a çağırıcı ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik” (Ahzab Sûresi, 45-46) kavl-i şerîfinde de Habîbi’nin ne büyük bir nur olduğunu beyân etmiştir. 

Yoksa İslamoğlu yahudi kabbalizmine dayanma cürmünü “Ey Câbir! Allâh’ın ilk yarattığı senin peygamberinin nûrudur” (Abdürezzâk, el-Musannef, el-Cüzü’l-Mefkûd, sh:51, İsâ el-Hımyerî tahkîkiyle, Kastalânî, el-Mevâhib, 1/71-72, Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, no:827, 1/265) buyurmuş olan ve “Ey Allâh! Beni nûr kıl” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn:26, no:763/187, 1/528-529) diye duâda bulunmuş olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e yöneltmeyi mi hedeflemiştir? Çünkü Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Allâh-u Te’âlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Her peygamberin duâsı makbul iken Eşref-i Enbiyâ olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu duâsının kabul olmadığını iddiâ edenden daha zâlim kim olabilir?! 

Şimdi insafla düşünecek olursak, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur olduğunu hem Allâh-u Te’âlâ, hem de bizzât Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) beyân etmişken, bu bilgiyi nakleden Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh) gibi bir zâtı yahudi kabbalizmine meyletmekle suçlayan bir kişi, hakîkatte Allâh-u Te’âlâ’yı ve Rasûlünü inkâr etmiş olmuyor mu? Tabî ki, İslamoğlu Allâh’ı ve Rasûlünü yahudi kabbalizmine meyletmekle suçlayamayacağından, insanların cehâletinden istifâde ederek bu iftirâyı Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)a isnâd ediyor. Ama hakîkatte bu kötü vasfı Allâh’a ve Rasûlüne isnâd etmiş oluyor ki, Allâh-u Te’âlâ Kendisine ve Rasûlüne hakâret edenden intikam almaya elbette kadirdir. Böyle yapanları imhâl etmesi, ihmâl etmesi anlamına gelmez. Onlar alın yazısını inkâr etseler de: “Yakında o zâlimler nasıl bir yere döneceklerini bileceklerdir.” (Şuarâ Sûresi, 227) 

Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)ın kim olduğuna gelince, İmâm-ı Zehebî (Rahimehullâh)ın beyânına göre; bu zât, Ömer ve Suheyb (Radıyallâhu Anhümâ) gibi bir çok sahâbeden hadîs rivâyet etmiş olan yüce bir tâbi’îdir. Ebû Hureyre, Mu’âviye ve İbni Abbas (Radıyallâhu Anhüm) gibi bir çok sahâbî, Ömer’in âzatlısı Eslem ve Atâ ibni Yesar gibi bir çok tâbi’î (Radıyallâhu Anhüm) de kendisinden nakil yapmıştır. Bu zâtın rivâyetleri Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî gibi bir çok mûteber hadîs kaynağında nakledilmiştir. Kendisi ehl-i kitap ulemâsının ileri gelenlerinden olup, Ömer (Radıyallâhu Anh) zamanında Müslüman olmuştur. Sahâbe-i kirâmla birlikte bir çok gazalara katılan bu zât çok dindar olup ulemânın nübelâsından (en seçkin ve akıllılarından)dır. (Zehebî, Siyeru e’lâmin-nübelâ, 3/490) 

Görüldüğü üzere İslamoğlu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur olduğunu kabul edenleri yahudiliğe meyletmekle suçladıktan sonra “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ne güneş altında ne de ay ışığında gölgesinin bulunmadığı”nı söyleyen Zekvan (Radıyallâhu Anh) ve bunu ondan nakleden Hakîm-i Tirmizî (Radıyallâhu Anh) ve onun bu naklini bize ulaştıran İmâm-ı Suyûtî (Rahimehullâh) gibi Ehl-i Sünnet ulemâsını da yahudi kabbalizmine meylederek aşırı yüceltme yanlışına düşmekle ithâm etmiştir.

Oysa bu rivâyetin sâhibi olan Zekvan (Radıyallâhu Anh) yüce bir tâbi’îdir. Nitekim Allâme Zürkânî: “Zekvan Ebû Sâlih el-Medenî tâbi’înden olup, sika (kendisi güvenilir ve rivâyeti mûteber) biridir” demiştir. (Şerhu’l-Mevâhib, 4/253-254) 
Zekvan (Radıyallâhu Anh)ın bu rivâyeti birçok mûteber eserde yer almış ve âlimler bunun peşisıra bâzı îzahlar geliştirmişlerdir. Nitekim Muhammed bin Yûsuf eş-Şâmî, Zekvan (Radıyallâhu Anh)dan gelen bu rivâyeti zikrettikten sonra: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi olmamasının sebebi, bir kâfirin onu çiğnemesine imkân vermemektir” demiştir. (Sübü’l-hüdâ ve’r-reşâd, ‘Mısır baskısı’, 2/123) 

Bu rivâyeti Zekvan (Radıyallâhu Anh)dan nakleden Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında ise Sübkî, Zehebî ve İbn-i Hacer (Rahimehumullâh) gibi tabakat ve terâcim erbâbı: “Çok değerli tasnifler sâhibi, muhaddis, imâm, zâhid ve hâfız” (Tabek’tü’ş-Şâfi’iyye, 2/245, Tezkiretü’l-huffaz, 2/645, Lisânü’l-mîzân, 2/308) vasıflarını kullanmışlardır ki, bu sıfatların her birinin ne anlama geldiği erbâbınca mâlumdur. Örneğin burada geçen “Hâfız” tâbiri bildiğimiz mânâda Kur’ân’ı ezberleyen kimse anlamında değildir, bilakis muhaddisler arasında “Hadis Hâfızı” ünvânına lâyık görülmüş kişi sayısı çok azdır. Çünkü bu ünvâna sahip olan kişinin en az yüz bin hadîs-i şerîfi senedleriyle ve râvîleriyle ezberinde bulundurması, hadis ilmi ile ilgili bütün incelikleri bilmesi, “Sahîh”, “Hasen”, “Ğarîb”, “Münker” ve “Mevzû” rivâyetleri birbirinden ayırabilmesi, râvîlerin güvenilirlik derecelerini esas alan cerh ve ta’dil konusunda ihtisas sâhibi olması ve bu vasfının herkesçe kabûl görmesi gerekir. İşte Hakîm-i Tirmizî’nin bu zatlardan olduğunu en büyük muhaddisler îtirâf etmişlerdir. 

Ayrıca Şâh-ı Nakşibend (Kuddise Sirruhu) gibi velîler başbuğu, Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında: “Yıllarca Hakîm-i Tirmizî’nin rûhaniyetine teveccüh ederek mânen yetiştim” buyurmuştur. Hücvîrî (Kuddise Sirruhu) gibi tasavvuf ehlinin mihenk taşlarından olan bir zât: “Hakîm, sadefinde tek olan bir incidir, çünkü onun bütün âlemde hiçbir karîni bulunmamaktadır. Onun zahirî ilimler konusunda çok kitapları vardır ve hadis ilminde isnâd-ı âlî sahibidir” buyurmuştur. Mevlânâ (Kuddise Sirruhu)ya çocukluğunda himmet ve teveccüh etmiş bulunan Ferîdüddîn Attar (Kuddise Sirruhu) da Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında: “Ehl-i İslâm’ın büyüğü, Ehl-i Sünnet’in yücesi, evliyânın müctehidi (en gayretlisi), esfiyânın münferidi (seçkin kulların biriciği), kudsiyânın mahremi (kutsal meleklerin sırdaşı), vakti zamanın şeyhi, şeyhlerin muhteşemi, velîlerin muhteremi, bütün lugatlarla dînin dâvetçisi, hadislerin ve âyetlerin gerçek mânâlarının şerh edicisi olan bu zat, mânâları şerh etmekte Allâh’ın bir âyeti, hadis ve rivâyette sika (güvenilir), şerîat ve tarîkatta müctehid, bütün ilimlerde kâmil bir zât olup, bir çok kerâmetlere sâhip bulunmakta idi” diye övgüler yağdırmıştır. (Keşfu’l-mahcûb, Tezkiratü’l-evliyâ, Ahmed Abdürrahîm, Ahmed Abdüh, Riyâzatü’n-nefs, sh:4) 

Şimdi de bu rivâyeti Hakîm-i Tirmizî’den nakleden ve İslamoğlu’nun, “Üç Muhammed” kitabını kendilerine reddiye olarak hazırlamış olduğu ikinci isim olan İmâm-ı Suyûtî’nin bâzı fazîletlerinden bahsedecek olursak; İmâm-ı Suyûtî (Rahimehullâh)ın ilmin tüm fenlerinde ne kadar telifleri olduğunu sayıp bitiremeyiz, bunun için müstakil bir kitap derlemek lâzımdır. İbn-i İyâs el-Hanefî (Rahimehullâh): “Suyûtî, hadîs-i şerîf ve diğer ilimlerde mâhir bir âlim ve fâzıl bir kimse idi. Asrında ender bulunan bu zâtın altı yüz kadar eseri bulunmaktadır ki, bunlardan bâzısı onlarca cilt tutarındadır. Bu zât ilimde ve amelde müctehid derecesindedir” demiştir. (Bedâi’u’z-zühûr, 4/83) 

Allâme Necmüddin el-Ğazzî (Rahimehullâh) onun hakkında: “Hadis ilminde, hadis fenlerinde, (hadis rivâyet eden) rical(in kimliklerini tâyin ve güvenilirlik derecelerini tespit) ilminde ve hadisten hüküm istinbâtı (çıkarılması) noktasında zamanında ondan büyük bir âlim yoktu. Fazîletleri ve menkıbeleri çokluğundan dolayı sayılacak gibi değildir. Kendisinin (altmış iki senelik kısa bir ömrün son yirmi iki senesinde) çok tedkik gerektiren bunca eser yazmasından başka hiç bir kerâmeti olmasaydı bile, kadere inananlar için elbette bu yeterli olurdu” demiştir. (el-Kevâkibu’s-sâira, 1/228-229) 
Tabî ki İslamoğlu kadere inanmadığı için bu söz ona huccet olmaz. (İlmî bir heyet tarafından onun kaderi inkârına karşı yapılan reddiye için bakınız: Mustafa İslamoğlu’nun bâtıl görüşlerine karşı HAK SÖZ, Fatih Kalender, Kadere îmân tartışmalı bir fazlalık değildir.) 

Allâme Şevkânî ise İmâm-ı Suyûtî hakkında: “Asrının (İbn-i Hümam ve Münâvî gibi yüz elli kadar) en büyük âlimleri kendisine icâzet vermiştir. Bütün fenlerde öne çıkmış, akrânından üstün olmuş ve hadis alanında derlediği el-Câmi’u’s-sağîr ve el-Câmi’u’l-kebîr gibi tasnifleri, tefsir sahasında telif ettiği ed-Dürrü’l-mensûr ve el-İtkân gibi daha bir çok eseri, ayrıca her fende yazdığı tüm tasnifleri ulemâ nezdinde kabul görmüş ve gündüzün girdiği her yere girmiştir. Ne var ki böyle bir zât bile (Sehâvî gibi) fazîletini kıskanan ve menkıbelerini inkâr edenlerin tenkitlerinden kurtulamamıştır” diye övgülerde bulunmuştur. (el-Bedrü’d-dâli’, 1/328, Suyûtî, Husnü’l-muhâ- zara, 1/339) 

Evet, Sehâvî gibi kaplanların, Suyûtî gibi aslanlarla mücâdelesinin bir tür îzâhı bulunabilir. Gerçi Sehâvî’nin Suyûtî’ye îtirazları ulemâ nezdinde kabul görmemiştir. Zaten Sehâvî’nin kendi akrânına karşı son derece saldırgan tutumu ancak kendisine zarar vermiştir. Fakat aslanla kaplanın arasına girmeye kalkan bir çakalın hâline ancak acımak gerekir. 
Günümüzün müctehid taslakları maddî menfaatler için şî’î-mulhid demeden herkesin kapısını aşındırırken, kırk yaşına kadar fıkıh dersleri okutan Suyûtî, o yaştan sonra Nil kenarındaki evinde ibadete çekilerek sadece Allâh-u Te’âlâ ile meşgul olmuş ve kalan ömründe müellefâtını tahrîre başlamıştır. Sultan Kansu Gavrî ona bir hadım köleyle bin dînar hediye gönderdiğinde, bin dînarı geri göndermiş, hadım köleyi ise alıp âzâd ederek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hücreyi saâdetlerinin hizmetine vakfetmiş, sultanın elçisine de: “Bir daha bize böyle hediyeler getirme, çünkü Allâh bizi bunlara muhtâç etmedi” buyurma erdemini göstermiştir. 

Sultanın defâatle kendisini çağırmasına rağmen icâbet etmemiş, o zaman kendisine: “Bâzı evliyâ insanların işini görmek için krallarla görüşürlerdi” dendiğinde: “Onlarla görüşmeme husûsunda selefe uymak, müslümanın dîninin selâmeti bakımından daha hayırlıdır” diye cevap vermiş ve bu konuda: “Din direklerinin, sultanların yanlarına gidip gelmeme husûsundaki rivâyetleri” anlamına gelen “Mâ revâhu’l-esâtîn fî ademit’teraddüdi ale’s-selâtîn” diye bir kitap da telif etmiştir. (Necmüddin el-Ğazzî, el-Kevâkibu’s-sâira, 1/228, İbnü’l-imâd, Şüzürâtü’z-zeheb, 8/53) 
Kendisine verilen “Hadis hâfızlarının sonuncusu” lakabı, kendisinden sonra geçen beş yüz on dokuz sene içerisinde onun misli bir âlim gelmediğinin en büyük ifâdesidir ki, bu da artık kıyâmete kadar böyle bir âlim gelmeyeceğinin yeterli bir delîlidir. 

Biz burada İslamoğlu’na reddiye sadedinde bulunduğumuz için, onun tarafından adı zikredilen Zekvan, Hakîm-i Tirmizî ve Suyûtî (Radıyallâhu Anhüm) gibi kimselerin tahlîline yoğunlaştık, yoksa Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur oluşunu rivâyet eden sâdece Zekvan (Radıyallâhu Anh) da değildir, ondan önce İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ): “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi yoktu. O güneşe karşı duracak olsa O’nun nûru mutlakâ zıyâsına gâlip gelirdi. Bir kandilin yanında durduğunda da mutlakâ O’nun zıyâsı kandilin ışığına galebe çalardı” (Abdurrahmân ibnü’l-Cevzî, el-Vefâ, sh:407) sözüyle bu hakîkati dile getirmiştir ki, onun bu sözünden Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sâde mânevî bir nur olmayıp, aynı zamanda hissî bir nur olduğu anlaşılmıştır. 

İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan da önce Osman (Radıyallâhu Anh): “Allâh-u Te’âlâ hiçbir insan ayağını senin üzerine basamasın diye gölgeni yere düşürmedi” (Abdullâh ibni Ahmed en-Nesefî, Tefsîru’l-medârik, 3/135) sözüyle bu gerçeği ortaya koymuştur. 

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi olmadığı husûsu geride zikrettiğimiz kaynakların yanısıra daha birçok kaynakta da nakledilmiştir ki, Râğıb el-Isfhânî’ye âit el-Müfredât (sh:318), Kâzı I’yâz’a âit eş-Şifâ (1/242), Suyûtî’ye âit el-Hasâisü’l-kübrâ (1/68), es-Suğrâ (sh:53), Şihâb el-Hafâcî’ye âit Nesîmü’r-riyâz, (3/282), Kastalânî’ye âit el-Mevâhib (4/253), Ali el-Halebî’ye âit es-Sîretü’l-Halebiyye (3/302), Muhammed Tâhir’e âit Mecma’u bihâri’l-envâr (3/402), Muhammed el-Beycûrî’ye âit Şerhu’ş-şemâil (sh:24), Ali el-Kârî’ye âit Cem’u’l-vesâil fî şerhi’ş-şemâil (1/217), Süleyman el-Cemel’e âit Şerhu’l-Hemziyye (sh:5), Huseyn ed-Diyârbekrî’ye âit Târîhu’l-Hamîs (1/219), ikinci binin müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî’ye âit el-Mektûbât (Farsça baskı, defter 3, cüz 9, sh:153), Abdulhak ed-Dehlevî’ye âit Medâricu’n-nübüvve (1/21), Abdürraûf el-Münâvî’ye âit Şerhu’ş-şemâil (1/57), Şah Abdülazîz ed-Dehlevî’ye ait Tefsîru fethi’l-Azîz (sh:316) gibi mûteber eserler bunlardan sâdece birkaçıdır. 

Dolayısıyla İslamoğlu’nun yahudi kabbalizmine dayalı aşırı yüceltmecilik iftirâsı sadece Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)a yönelik olmayıp, bu rivâyetlerin sâhibi olan Osman ve İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhüm) gibi sahâbeye ve bu rivâyeti kabûl ederek nakleden zevât-ı kirâmın tümüne, İbni Abbâs’dan başlayıp, İmâm-ı Rabbânî’ye kadar uzanan ulemâ ve evliyâ silsilesine müteveccih bulunmuştur. Zîrâ bu rivâyeti nakleden âlimlerden hiçbiri bu rivâyeti inkâr etmemişlerdir. 
Umarım ki siz okurlarım İslamoğlu’nun yahudi kabbalizmine meyletmekle suçladığı zatların ne büyük insanlar olduğunu böylece biraz daha anlamış oldunuz. 

Ey gidi İslamoğlu! Sen kimsin ki, bu büyüklerin rivâyetlerine îtirâz ediyorsun. Bir de onları Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in fazîletlerini neşrettikleri için yahudi kabbalizmine meyletmekle ithâm ediyorsun. Benim onlar hakkında serdetmek istediğim tenzih ifâdesinin en güzel örneğini İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhu)nun zikrettiği şu beyitlerde görmekteyiz:

Kâsır bir kişi onları tenkîde kalksa beyinsizliğinden, 
Pak sahalarını temizlerim, en çirkin kelimelerinden, 
Kurnaz tilki mi koparacak bir zinciri, 
Ona bağlıdır bütün dünyanın esedleri. (İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 1/148, 222, 302) 

Ey İslamoğlu! Sana da bir çift sözüm var ki, o da Arapça bir beyitte gelen şu ifâdedir: 
Ey kafasını ulu bir dağa vurup duran adam, 
Dağa değil de kafana acı, eğer acıyacaksan. 

Artık İslamoğlu’nun bu zatları yahudilere meyletmekle suçlayan âdî ifâdelerini okuyanlar onun dilinin ne kadar uzun olduğunu, kendileri de onun bu görüşlerini tasvib etmeleri halinde bunca ulemânın ve evliyânın ırzını rencide ettikleri için, yarın âhirette onların şikâyetlerine mâruz kalacaklarını ve iflah olmayacaklarını herhalde anlamış olmalıdırlar. Zâten Şeyhu’l İslâm el-Herevî (Kuddise Sirruhu)nun beyân-ı vechile; Allâh dostlarının: “İlâhî! Kimin Senin nazarından düşmesini istiyorsan, onu bizim gıybetimizle ve tenkîdimizle uğraştırarak helâk et” şeklindeki makbul duâlarının bir netîcesi olacak ki, bu büyüklerin rivâyetlerine îtirâz eden ve onlara hakâret eden hiç bir münkir müflih olmamıştır. Bugün anlayıp tevbe ederlerse tevbe kapısı açıktır, değilse yarın çoktan iş işten geçmiş olacaktır. 

İslamoğlu gibi: “Peygambere karizma kazandırmak için ona aşırı hürmet yapıyorlardı” hezeyanlarıyla sahâbe hazarâtına bile dil uzatmaktan çekinmeyen birinin, tâbi’în hazarâtına böyle iftirâlar yapması pek de yadırganacak bir şey değilse de, Ehl-i Sünnet geçindikleri halde hâlâ onunla birlikte hareket eden hocaların ve bu reddiyeler kendilerine ulaştığı halde hâlâ onu dinlemeye devam eden veyâ dinleyenleri uyarmayan kimselerin bu tutumu çok yadırganacak bir şeydir. Kendilerine yâhut yakınlarına veyâ sevdiklerine hakâret ve iftirâ edildiğinde etkilenip tavır takınan kimseler, sahâbe ve tâbi’îne yapılan bunca hakâret karşısında hâlâ sessiz ve seyirci kalabiliyorlarsa, mutlakâ îmanlarındaki samîmiyeti sorgulamalıdırlar. 

Allâh-u Te’âlâ’dan niyâzımız: “Doğrusu Biz o hakk (olan Ehl-i Sünnet inancın)ı bâtıl (olan Mu’tezile, Şî’a, Ca’feriyye ve Vehhâbiyye gibi dalâlet fırkalarının sapık inançları) üzerine atarız da o onun beynini patlatır, birden bire (o bâtıl bütünüyle) yok olup gitmiştir. (Ey bidatçiler! Din adına) Nitelemekte bulunduğunuz (bâtıl) şeylerden dolayı sizin için şiddetli helâk (ve yıkım) vardır!” (Enbiyâ Sûresi, 18) kavl-i şerîfi hürmetine, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüce şânına tâzim husûsunda bize nasîp ettiği hak inancı, İslamoğlu gibi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bâzı fazîletlerini inkâr ettirmeye çalışanların bâtıl inancına musallat kılarak bâtılı hükümsüz kılması ve onları tehdit ettiği helaktan bizleri muhâfaza buyurmasıdır. 

Ahmed Mahmud ÜNLÜ Hoca Efendi- Arifan Dergisi
Devamını okuyun...>>

İslamoğluna Reddiye:Cinsî Münâsebette Ters İlişki

İslamoğluna Reddiye:Cinsî Münâsebette Ters İlişki 

Fatih Kalender

بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم

Şî‘a İmamlarından Humeynî’yi seven ve ona sempati duyan, ancak hakkında fazla bilgiye sâhip olmayan birinin, Humeynî’nin cinsel birleşimde ters ilişkiye cevaz verdiğini öğrendiğinde şaşkınlığa kapılarak, bu konuda sorduğu soruya, İslamoğlu’nun kendi internet sitesinden verdiği cevâbı aynen aktarıyoruz:
“Aziz mümin, 
Bu yaklaşım tam da "İmam Şafii kişinin öz kızıyla zinasının caiz olduğuna fetva veriyor" demek kadar kendini bilmezce, alçakça ve art niyetlidir. 
Evet, Şafii, kişinin zinadan olma kızıyla nikâhlanmasına cevaz verir. Bu cevaz bizce de yanlıştır. Fakat Şafii'nin usulünden kaynaklanır. Şimdi biri kalkıp "Şafii, kişinin kızıyla evlenmesi caizdir diyen bir adamdır" derse terbiyesizlik etmiş olmaz mı? İşte Ayetullah Humeyni için denilen de tam buna benzer. Bu, Ayetullah Humeyni'nin icat ettiği bir şey değil ki.
Ta İbn Abbas'ın öğrencisi Ikrime "kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza nereden/nasıl isterseniz öyle varınız" ayetini herhangi bir sınırlama olmadığı şeklinde yorumlamış, Ehl-i Beyt Okulu genellikle bu yorumu benimsemiş, Ehl-i Sünnet okulu ise bu yaklaşıma itiraz etmiştir.
Şöyle ki: Tarla ürün veren yerdir. Dolayısıyla tarla denilmeye, rahme açılan kadınlık uzvu layıktır ve ayet örtülü olarak onu kastetmiştir.
Zira dölyolu ancak "tarla" vasfını almaya layıktır. Diğer yol için insan ürünü olan çocuğun doğumunda rol oynamadığı için "tarla" denilemez.
Dolayısıyla ayette kapalı olarak kastedilen "tenasül organıdır" ve ayetin açılımı da "kadınlarınız sizin nesillerinizin tohumunu ekip o tohumun mahsulü olan çocuklarınızı hasat ettiğiniz tarlanızdır; o tarlaya tenasül yolundan olmak şartıyla, hangi pozisyonda, hangi yönden, hangi usulle varırsanız varın, bu sizin bileceğiniz iştir" denilmiştir.”
İslamoğlu cevabının sonunda da:
“Bu, ilmi bir mevzudur. Farklı mezheplerdeki Alim ve fakihlerin kendi aralarında tartıştıkları ve ihtilaf ettikleri bir meseleye böylesine basit, sığ ve buram buram mezhep holiganlığı kokan bu çirkin yaklaşım merduttur, edepsizlikdir, verdiğim Şafii örneğinde olduğu gibidir.” diyerek birkaç cümleyle beraber cevabını bitirmiştir.
Yukarıda naklettiğimiz Mustafa İslamoğlu’nun cevabı 
www.mustafaislamoglu.com/388_Cinsel-Iliskide-Arkadan-Yaklasma.html adresinden değiştirme yapılmadan aynen alınmıştır. Şimdi bu bâtıl görüşü reddetmek üzere deriz ki:
 
Bismillâhirrahmânirrahîm
Mustafa İslamoğlu’nun kendi sitesinde yayımladığı cevâbı ve bu cevaptaki ifâdelerini redde başlamadan önce şunu ifâde etmek isteriz; bizim şahısların şahsiyetlerine hakāret etme gibi bir ahlâkımız yoktur. Zâten inancımızın da bu türlü ahlâkı yasakladığı bilinmektedir.
Ancak şahısların sâhip olduğu fikirlerin ve bu düşünce bazındaki söylemlerinin doğru olmadığını ve ilimsizlik, bir de kime güvenilip tâbi olacağını bilememek sebebiyle Ehl-i Sünnet mensupları arasında bu yanlış fikirlerin kabul gördüğünü ve kafaların karıştığını müşâhede ettiğimizde, elbette bunlara cevap vermenin dînî vazîfemiz olduğu da unutulmaması gereken bir gerçektir. 
Evvelâ şunu ifâde edelim ki; İslamoğlu her zamanki âdeti üzere, cinsel ilişkide ters yolu kullanma konusunda net olarak kendi görüşünü beyân etmeyip sanki bu konu fazla önem arz etmeyen, Hanefî-Şâfi‘î arasındaki ihtilaflı herhangi bir konuymuş gibi meseleyi basitleştirerek ortaya koymuştur.
 Hâlbuki Hanefîlerden ez-Zeyla‘î (3/181), Mâlikîlerden ed-Düsûkî Hâşiyesi (4/314), Şâfi‘îlerden Muğni’l-muhtâc (4/144), Hanbelîlerden Keşfü’l-kınâ‘ (6/94) ve el-Muğnî (16/40) gibi hak olan dört mezhebin muteber fıkıh kitaplarında cinsel ilişkide makatı kullanmanın haram oluşu açıkça belirtilmiştir.
Yâni dört mezhep bu konuda ittifak et- mişlerdir. Hattâ bunu yapan kişilere yerine göre tâzir cezâsını bile gerekli kılan mezhepler olmuştur. Biraz önce zikrettiğimiz kaynaklara bakıldığında bunu görürüz.
Ayrıca bu konudaki ittifâkı sâdece yukarıdaki kaynaklar değil, mezhep kitaplarının hemen hemen hepsinde görmemiz mümkündür. Cinsel ilişkide ters yaklaşma fiilinin yasaklığını ifâde eden birçok hadîs-i şerîf olduğu gibi, sahâbeden ve tâbi‘înden de birçok nakil vardır. Bakınız:(Abdürrazzâk, el-Musannef, no:17069-17080; İbni Ebî Şeybe, el-Musannef, no:20952-20959; Ebû Dâvûd, no:2164, Sahih İbni Hibban, no:4203, İbni Mâce, no:1923)
İslamoğlu cevâbında; İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)nın öğrencisi Ikrime (Radıyallâhu Anh)ın, Bakara Sûresinin 223. âyet-i kerîmesinin:
﴿ نِسَاؤُكُمْ حَرْثٌ لَكُمْ فَأْتُوا حَرْثَكُمْ أَنَّى شِئْتُمْ ﴾
“Kadınlarınız sizin tarlanızdır, tarlanıza nereden/nasıl isterseniz öyle varınız” cümlesini: “Cinsel ilişkide bir sınırlama yoktur” şeklinde yorumladığını söylemiştir.
Hâlbuki İslamoğlu’nun naklinin hilâfına İbni Ebî Şeybe“el-Musannef”inde Ikrime (Radıyallâhu Anh)ın: “Kişi hanımına arka yoldan yaklaşmaksızın, ister oturarak, ister ayakta, her halde yaklaşabilir” dediğini nakletmiştir (no:16929).
Ikrime(Radıyallâhu Anh)dan gelen bu rivâyeti, yâni kadına arka yoldan yaklaşmanın haram oluşu hakkındaki rivâyeti “et-Taberî”, “İbni Kesîr”, “el-Beğavî” ve “ed-Dürru’l-Mensûr” gibi tefsirlerde de görmemiz mümkündür. 
Kevserî(Rahimehullâh)ın gerek “Makālâtın”da ve gerek “Fıkh-u ehli’l-Irâk”ında ifâde ettiği gibi, İslâm adına fetvâ verecek birinin, sahâbe, tâbi‘în ve tebe‘i tâbi‘înin görüşlerini naklederken şu kaynaklara bakmadan fetvâ vermesi doğru değildir ki, bu kaynaklarda; Abdürrezzâk(211) “el-Musannef”, İbni Ebî Şeybe(235) “el-Musannef”, Sa‘îd b. Mansûr(229) “es-Sünen”, Vekî‘(197) “el-Musannef”, Beyhakî(458) “es-Sünen”, İbni Abdilberr(463) “et-Temhîd” ve “el-İstizkâr” gibi eserlerdir.
Eski Mısır müftülerinden ve Ezher Şeyhlerinden olan Muhammed Bahît el-Mutî‘, “Ru’yetü’l-hilâl”le alâkalı yazmış olduğu risâlesinin son kısmında şöyle buyurmaktadır:
“Usûl-ü hadis ilminde, hadis metninin sıhhati için nasıl ki senedin ittisali ve senedi oluşturan râvîlerin halleri araştırılıyor ve o doğrultuda hadisin metni için “Sahih”, “Zayıf” veyâ “Mevzû”dur deniyorsa, fakihe nispet edilen bir sözün sıhhat veyâ adem-i sıhhatinin tespiti için rivâyet zinciri gözetilmelidir. Yâni bir hadîs-i şerîf hakkında yapılan tahliller olan ihtimaller fakihin kavli için de geçerlidir.” 
Bahît’in bu ifâdelerinden; herhangi bir fakihin fetvâsını görür görmez, nereden alıntı yapıldığını bilmeden siyak ve sibâkını araştırmadan fetvâ vermenin doğru olmadığı anlaşılmak­tadır. Bu şekilde hareket etmek, kişinin dîne karşı ciddiyetsizliğinin göstergesidir. Kur’ân-ı Kerîm’e abdestsiz dokunulmayacağını savunan bir yazar hakkında, İslamoğlu’nun kullandığı “Dînini donundan biraz ciddiye alan Müslüman” sözünü kendilerine hatırlatmak isterim.
İslamoğlu’nun gerek kendi internet sitesindeki sorulara verdiği cevaplarına ve gerek kitaplarına ve makalelerine baktığımızda farklı olma özlemi içinde olduğunu ve (خَالِفْ تُعْرَفْ) “Mu­hâlefet et meşhur ol” kāidesince, kenarda köşede kalmış cumhura muhâlif görüşleri şöhret için arayıp bulup yayma hırsı içinde olduğunu görmemek mümkün değildir.
Bu kişi, (Arap deyimlerinde geçen ve zayıf, sağlam ayırmadan bulduğu her bilgiyi alan kişiler hakkında kullanılan) “Hâtibü’l-leyl (gece karanlığında odun toplayayım derken koynuna yılan alan kişi)” gibi, kafaları karıştırma adına nerde ne görürse sahih veyâ sakîmine bakmaksızın nakletmeyi kendine âdeta şi‘ar edinmiştir. 
“el-Hidâye” şârihi İbnü’l-Hümâm bâzı kitaplardaki zayıf görüşlerin nakledilmelerini tenkit etmiş ve “Hiç bir Müslüman’ın bu tür görüşleri nakletmesi helâl değildir. Bunu yapmak şeytana kapı aralamaktır. Bundan Allâh’a sığınırız!” demiştir. (Fethu’l Kadîr:8/440)
Bundan dolayı kişinin kalkıp da: “Ben bu görüşleri benimsemiyorum sâdece naklediyorum!” demesi de doğru değildir. 
İslamoğlu’nun cevabında dikkat edilmesi gereken bir diğer husus, Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in güzîde sahâbîlerinden olan ve hilâfetleri ümmetin icmâ‘ıyla sâbit olan Ebû Bekr ve Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)ya hakāret eden, her sabah duasında bu iki büyük halîfe ve kızları Âişe ve Hafsa vâlidelerimiz hakkında:
“Ey Allâh! Kureyş’in iki putuna ve iki kızına lânet et!” diye bedduâ eden ve on iki İmamı Peygamberlerden üstün gören Humeynî gibi bir adamı, ümmetin ittifâkıyla mutlak müctehit kabul edilen İmâmı Şâfi‘î’ye denk tutmasıdır.
Humeynî’nin bu görüşleri için bakınız:(Humeynî, Keşf’ul-esrâr; Hukûmetü’l-İslâm, İmamlarda bulunan velâyetü’t-tekvîn bâbı, sh:536; Tahrîru’l-vesîle, no:12, 2/241; Seyyid Hüseyn el-Mûsevî, Lillâhi sümme li’t-târîh, sh:37, 87)
Bu vesîleyle bizler İslamoğlu’nun, cevâbında kullandığı: “Humeynî hakkındaki bu yaklaşım, kendini bilmezce, alçakça ve art niyetlidir” sözlerini kendisine aynen iâde ediyoruz.
İslamoğlu’nun kendince yeni bir terim çıkararak Şî‘a hakkında “Ehl-i Beyt Okulu” ifâdesini kullanması da dikkate şâyândır.
Nitekim kendisi ikide bir “Ehl-i Beyt Okulu” ve “Ehl-i Sünnet okulu” ifâdelerini kullanarak bunları birbirine karşıt şeylermiş gibi gösterme çabasına girmiştir ki, İslamoğlu’nun bu üslûbu beraberinde bâzı şeyler gerektirir:
1) Bu hezeyanlar, Ehl-i Beyt’in Ehl-i Sünnet olmadığının, bunun için mukābil cihetlerde anıldığının sarih bir ifâdesidir ki, bu en başta Ehl-i Beyt’e bir iftirâdır.
Zîra Ali, Fâtıma, Hasen ve Hüseyn (Radıyallâhu Anhüm)ile başlayan ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in eşleri ve diğer kızlarıyla (Radıyallâhu Anhünne) devam eden Ehl-i Beyt silsilesinin Ehl-i Sünnet olmadığını kabul etmek, onların Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sünnetinden ve yolundan ayrıldıklarını düşünmek olur ki bu fikir, Allâh-u Te‘âlâ’nın bizlere Ehl-i Beyt sevgisini farz kılmasıyla da, Ehl-i Beyt’i bütün pis inançlardan ve davranışlardan temizlemek istediğini ifâde eden Ahzâb Sûresinin 33. âyet-i kerîmesinin beyânıyla da taban taban zıt düşer.
Hele hele Allâh-u Te‘âlâ’nın temiz tutmayı murâd ettiğini beyan ettiği Ehl-i Beyt’i ters ilişki gibi murdar ve lânetli bir işe fetvâ vermekle itham etmek, Allâh-u Te‘âlâ’nın onlar hakkındaki irâdesini işlemediğini söylemekle eşdeğer bir cinâyettir!
2) İslamoğlu bu cevâbıyla Şî‘a’yı Ehl-i Sünnet mezhebiyle aynı seviyede göstermiştir.
Buradaki niyeti ise insanların Şî‘a hakkındaki görüşlerini yumuşatmak ve gizli tutmaya özen gösterdiği kendi meşrebini bu yolla bir şekilde hissettirmektir.
Nitekim bâzı yazarların İslamoğlu için; “O Sünnî gözüken ama Şî‘î ağzıyla konuşan biridir” şeklindeki sözleri onun bu niyetini ortaya koymaktadır.
3) İslamoğlu Ehl-i Sünnet ile diğer sapık fırkalar arasında ayırım yapmayıp, onlar arasındaki ihtilafları, Hanefî-Şâfi‘î arasındaki ihtilaflarmış gibi basit göstererek, kendine sorulan sorulara vereceği cevapta aklına en uygun olan görüşü rahat bir şekilde fetvâ olarak vermekte ve kendisine mezheb imamları gibi hattâ daha üstün bir konum sağlamaya çalışmaktadır.
Kişiden sâdır olan akvâl onun zihniyetine delâlet eder. İslamoğlu’ndan sâdır olan bu söylemler de, onun, Ehl-i Sünnet’i dışlama ötesinde, Şî‘î diye tanınan Râfizîleri fırak-ı dâlleden çıkarıp Ehl-i Sünnet’le eşdeğer olarak saydırma ve onların görüşlerini de, saygıya lâyık Ehl-i Sünnet müctehitlerinden sâdır olan görüşler gibi benimsetme çabasında olduğunu gösteriyor.
O her ne kadar Ehl-i Sünnet’i doğrudan reddetmese de, kenarda köşede kalmış türlü türlü asılsız kavilleri ortaya çıkartarak Ehl-i Sünnet’in aslî inançları ve tartışılamaz olan meseleleri hakkında şüpheler meydana getirmektedir. Bunu gafletinden veyâ hıyânetinden yapıyor olması halka vereceği zararı ortadan kaldırmaz.
Zâten şaz kavilleri ortaya atmasından mâadâ, Ikrime ve Taberî gibi zatların sahih kavillerini tahrîfe yeltenmesi, onun bunları gafletinden yapmadığını ortaya koymaktadır.
Allâh-u Te‘âlâ Hazretleri tüm Müslümanları gaflet uykusundan uyandırsın ve hakkı hak olarak bilip ona tâbî olmaya, bâtılı bâtıl olarak bilip ondan sakınmaya bizleri muvaffak eylesin. Âmîn!  
Devamını okuyun...>>

M.İslamoğlu'nun Abdest Konusundaki Fitnesi

M.İslamoğlu'nun Abdest Konusundaki Fitnesi

Aşağıdaki makale Mustafa İslamoğlu isimli gazete yazarına aittir. Bunun cevabı altta verilmiştir.

"Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin!

Bugünkü yazımızı, cevabı herkesi ilgilendiren bir “soruya” ayırdık. Hayır hayır, bu bir “soru değil, bu bir “sorun!” Hem de çok ciddi ve adı: “Dini anlama sorunu.” Bu sorun, kimi zaman ortaya birden fazla “din” çıkarıyor ve insanlar “hangi dine” inanacağını şaşırıyor. (Siz ‘yanılmaz’ atalarını pazarlayanların dinine değil, kaynağı Kur’an olan Allah’ın dinine inanın.) Kimi zaman, Allah’ın kitabında yazmayan, Peygamber’in sünnetinde yer almayan “farzlar, haramlar” çıkarıyor.Düşünebiliyor musunuz; bu nevzuhur farzlardan Hz. Peygamber’in haberi yok! Bizim akıldanelerimizin bildiği bir “farz” düşünün ki, sahabe bilmiyor? Bir “farz” düşünün ki, müctehid imamların bu -sözümona- “farzdan” haberi yok! Güldünüz değil mi? Hayır, kimse gülmesin; çünkü kendisi gülünç durumda olanların başkalarına gülme hakkı yoktur ve şu an kendini çok dindar sananların dinleriyle ilgisi hurafe düzeyinde, bilgisi ise efsane niteliğindedir. İnsanlar ibadetleri âdetleştirince âdetleri de ibadetleştirdiler.

Bu satırları sert bulmayın lütfen; imamların birçoğuna göre “mukallid”in tarifi şudur: “Amellerini delilleriyle birlikte bilip, o delilleri değerlendirmede mezhep imamının ictihadını benimseyen kimse.” Söyler misiniz? Bu durumda kendini Hanefi sananların kaçta kaçı Hanefi’dir? Kaçta kaçı Şafii’dir? Bırakın avamı, “hocam” denilenlerin kaçta kaçı “mezheplidir?” Utanmadan yıllar yılı “mezhepsizlik edebiyatı” yapan ‘mezhepçiler’, duygularını, paralarını sömürerek sırtından geçindikleri Müslümanlara kinden, nefretten, cehaletten başka ne verdiler? Tezgâhında mezhep satarak geçinen bu tiplerden oluşan bir cemaat, radyodan ‘düz’ kadın sesine ‘haram’ diyen sözümona ilmihaller tezgâhlarken, dansöz pazarlayan TV istasyonuna sahip olmanın fetvasını bulmakta hiç de zorlanmadı. Bu tiplerden kaçını tanıdımsa, hepsi de şarlatandı. Ayak üstü “sübhaneke”nin anlamını sorsanız “kem-küm”den başka cevap alamazdınız. Ama dillerinin keskin yanını koca koca alimlerin enselerinden bir türlü çekmezlerdi. Mevdudi gibi, Seyyid Kutup gibi, nerede imanının bedelini ödemiş bir alim var, onun etini yiyerek semirmeyi beslenme alışkanlığı haline getirmiştiler. Haddini bilmeyen neyi bilir ki?

Bu şarlatanlar, yüreklerinde çamur, sıvayacak alim yüzü aradılar. Ve koca bir toplumu kelimenin tam anlamıyla “mezhepsizleştirdiler.” Ey Hanefiler! Ebu Hanife’ye göre siz Hanefi falan değilsiniz, sizin mezhebiniz falan yok! “Mezhepçilik” yapan şarlatanlar sizi dolmuşa bindiriyor. Avamın mezhebi müftüsünün mezhebidir, demişler. Haydi “doğrudur” diyelim; fakat kaçta kaçınızın “fetva makamı” (müftüsü) var? İçtihat kapısının meccane bekçileri hâlâ neyin edebiyatını yapıyorlar? Cahili cühelasıyla milletin tümü müctehid oldu. Üç beş yetkin alime tahammül edemeyen tulumbacı takımının gözü aydın; Hayreddin Karaman Hoca gibi bir ikisinin tepesine iftira küfelerini boca etmek için hazır beklerlerken, sayelerinde milyonlarca müctehide kavuştuk. Herkes her gün kendi yaptıklarına kılıf bulmak için onlarca ictihat yapıyor, ahkâm kesiyor, fetva veriyor. Okumak mı, öğrenmek mi, bilmek mi, bilenden sormak mı? Hak getire. “Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin” diyenin hesabı."Kur’an okurken abdest almak farzdır” öyle mi?!

Bir okuyucumuz, 18 Temmuz 2000 tarihli Zaman Gazetesi'ndeki bir köşe yazısından alıntı yaparak soruyor: “Kur’an okurken abdest almak, gerçekten de bu yazarın dediği gibi farz mıdır?” Önce mezkur yazıdan ilgili pasajı alalım:“Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz Kur’an ele alınamaz. Ancak dini kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dini kitapların sadece içinde bulunan ayetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Ayetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir. Kur’an’la dini kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in ayetten boş olan kısımları da ayet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya temiz bezle tutup bir yerlere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.”Allah Allah! “İnce fark”ı da öğrenmiş olduk. Hele “dikişli kabına bile dokunulamaz” cümlesi karşısında bitmemek mümkün mü?Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan, ne Rasulullah’tan, ne sahabeden ve ne de müctehid imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair ‘sahih’ bir şey okumadım, duymadım. Bir şeye “farzdır” demek, helâl ve haram koyma yetkisine girer. Helâl ve haram koyma yetkisinin ise kime verildiği bellidir. Burada “farz olduğu” söylenen bir hüküm olduğuna göre, o hükmü farz kılan delili muhkem ve mütevatir nasslarda bulmamız gerekir. Kur’an’da abdestin sadece namaz için emredildiğini görüyoruz. Bu konuda, çok yaygın bir yanlış anlamaya alet edilen bir ayet vardır: “Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (56.79) Birazcık Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasibi olan kimsenin bu ayetteki “o” zamirinin bir önceki ayetteki “gizli kitab”a gittiğini bilir, bir. Bu ayet Mekke’de, Abdest’in geçtiği tek Kur’an ayeti (5.6) ise Medine’de inmiştir, iki. Ayetteki “dokunmasın” şeklinde yanlış algılanan “la yemessuhu” ibaresi “inşai” değil “ihbari”dir ve “dokunamaz” demektir; oysa ki Kur’an’a münkiri de müşriki de dokunur, üç...Bilgime güvenmeyip, “Kur'an okumak için abdest farzdır” diyen sahih bir hadis, bir imam, bir alim var mıdır diye Mektebetu’l-Elfiyye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheplerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım. En iyisi, bu konularda en katı davrandığını bildiğimiz Süyuti’nin “Kur’an okumanın âdabı” başlığında yazdıklarını aynen tercüme etmek:“Kur’an okuma sırasında abdest almak müstehaptır; çünkü tilavet zikirden efdaldir ve Peygamber (sav) temizlenmeksizin zikretmeyi hoş karşılamazdı. İmamu’l-Harameyn dedi ki: “Abdestsiz Kur’an okumak mekruh değildir, çünkü Peygamber abdestsiz okuyordu. el-Mühezzeb Şerhi’nde ise: Eğer kişi Kur’an okurken yellenme ihtiyacı hissetse, yellenme sırasında harfleri doğru telâffuz edemeyeceği ihtimaline karşı okumayı durdurur.” (el-itkan, 1/295)Buraya, başta Hanefiler olmak üzere, tüm mezhep ve meşreplerin temel referanslarından sayfalarca alıntı yapar, tercüme ederim. Fakat yerim yok, vaktim yok, keyfim yok; lüzum da yok. Tüketenler de, üretenler de hep olacak. Böyle başa böyle tarak. Biraz da insanımız ciddi ve uyanık olsun; bitli baklanın kör alıcısı olmasın.Şafii’dir, Hanefi’dir meselesi değil bu! Allah’ın emretmediği bir şeyi emretmek, farz kılmaktır ki, bunun vahameti “Kur’an okurken abdest almanın hükmü nedir?” sorusundan çok daha derindir ve problem dinin temelleriyle ilgilidir. Şakası var mı bu işin? Biri kalkıp da “Şu farzdır?” diyorsa, dinini donundan birazcık fazla ciddiye alan bir Müslümanın, “Nerede, hangi delille?” diye sorması “farz olur.” Çünkü, o ünlü usul kuralı gereğince “farzı” bilmek farz olduğu gibi, farz olmayanı farz bilmek de “haram” olur. Eğer o kişi üçüncü, beşinci sınıf ilmihalleri getirip de önünüze koyuyorsa, bu kez sizin “İlmihal yazarlarının farz koyma yetkisi olduğunu bilmiyordum” demeniz “farz” olur. Kaldı ki bunlar arasında “Tevrat’ı abdestli okumak farzdır” diyenini bile gördüm ben.Bir şeye “farz” demek, “haram” demek ciddi bir iştir; Allah’a atfen verilmiş bir hükümdür, kimse keyfi olarak “farz” ve “haram” ilan edemez. Ne demiştik bir yazımızda: Cahiller dinden ıskonto yaparlar, ham sofularsa dine zam yaparlar; bu ikisi de birdir.Siz siz olun, etrafınızda ahkâm kesenlere Kur’an’ın öğrettiği gibi sorun:“Kul hâtû burhanekum in kuntum sadıkîn: De ki: Hadi getirin delilinizi, eğer doğru söylüyorsanız?”


M.İslamoğlu, 25 Eylül 2000 Akit Gazetesi

CEVAP:

"Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in, Kur'an'ın bulunduğu odada uyumayıp, sabaha kadar hürmeten ayakta beklediğini, bunun mükâfatı olarak da onun nesline 6 asır devam eden bir cihan devleti verildiğini, ana-babamızdan kaç kere dinlemiş, kitaplardan okumuş, va'zlarda dinlemişizdir.Kur'an'a hürmet bu milletin ruhunda var.Kur'an'ı abdestsiz olarak eline almamak bir tarafa, abdestli de olsa onu göbekten aşağıda tutmaz. Bu kötü bir hal midir? Dine aykırı bir hareket midir? Kur'an-ı Kerim'e hürmet, İslâm'a zıt mıdır? Kur'an'a fazla hürmet yersiz bir şey midir? Asla! Bir evladın, anne ve babasına gösterdiği hürmet ve hizmet ne kadar fazla olursa o kadar değerli olduğu gibi, Kur'an'a gösterilen hürmet de ne kadar fazla olursa, o da Allah indinde o kadar değerlidir.Gerçek bu iken, din âlimi gözüken bazılarının, Kur'an'a gösterilen bu hürmetten rahatsız olmaları anlaşılır gibi değil...Mukaddes kitabımıza karşı vazifelerimizin ne olduğu, yüzyıllar önce zaten kitaplara yazılmış. Bilinmeyen bir husus değil... Ama bazıları hem bilip hem de bilmezden gelerek bu kitaplarla alâkası olmayan şeyler söylerse, kim olursa olsun biz ona karşı çıkarız. Doğru yazanları ise tasdik etmek vazifemizdir. Bir zat meselâ şunları yazmış: "Hazret-i Kur'an'ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz, Kur'an ele alınamaz. Ancak, dini kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dini kitapların sadece içinde bulunan âyetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Ayetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir. Kur'an'la dini kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur'an-ı Kerim'in âyetten boş olan kısımları da âyet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya bezle tutup bir yerlere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar."Bu cümleler baştan sona doğru ve asırlardan beri yazılagelen kitaplara uygundur. İslâmî hükümlerdir. Müslümanların Kur'an'a Karşı tutumunu anlatmaktadır.Ne var ki, bir zat bu cümlelere çok bozulmuş. Kur'an'ın abdestli olarak tutulmasını hazmedemiyor. "Kur'an'dan, Resûlullah'tan, sahabe ve müctehit imamlardan, abdestin farz olduğuna dair sahih bir şey okumadığını ve duymadığını" söylüyor.Halbuki, kendisi Resûlullah, sahabe ve müctehitler zamanında yaşamadığı için, duymaması normal. O normal de "Duymadım" demesi ne oluyor? Manen görüştüğünü falan mı îmâ ediyor acaba? "Okumadım" demesine gelince... Kitaplar o meseleyi barım barım bağırıyor ama, siz onları yok sayarsanız kitapların ne suçu var? Gözünü sıkıca kapat, sonra da güneş yok de.!. Ne âlâ iş... Sayın hocamız, bu mesele için 400.000 hadis, bazıları 30 cild olan 1000'e yakın kitap ve mezheplere ait 40'ı aşkın kaynak taramış; ama abdestin şart olduğu hakkında bir hüküm bulamamış!..Hani padişah bir suçluya 100 sopa vurulmasını emretmiş de, o da gülmeye başlamış. Niye güldüğü sorulunca "Padişahım ya sen hiç dayak yemedin veya sayı saymasını bilmiyorsun" demiş ya; bu da onun gibi...

Ya hocamızın bir günü 24 değil 240 saat veya kendisine, 950 sene peygamberlik yapan Nuh Aleyhisselam gibi uzun ömür verilmiş ki sadece bir mesele için bu kadar kitap karıştırabilmiş.Bununla da kalmamış; diyor ki:

"Tüm mezhep ve meşreplerin temel referanslarından sayfalarca alıntı yapar, tercüme ederim."

Edemezsin demek ne haddimize? Eder mi edersin...Hocamız sonra yeri, vakti ve keyfi olmadığı için bu tercümeden vazgeçiyor ve tevazu gösterip "in iyisi, bu konularda en katı davrandığını bildiğim" dediği İmam Süyûtî'nin El-ltkan kitabından kısa bir tercüme yapıyor.Ne var ki, tercüme ettiği yer, Kur'an'a abdestsiz dokunup dokunmamakla değil, abdestsiz okunabileceğine dair.Ona itiraz eden yok ki. Çünkü âlimlerimiz zaten, ezbere Kur'an okunurken abdestli olmak şarttır demiyorlar. Yüzüne okurken, Kur'an'a dokunulmadığı takdirde abdestli olmak şarttır diyen de yok.Amma bütün kitaplar, ister okunsun ister okunmasın, "Kur'an'a abdestsiz dokunulmaz" demektedir.Hocamız bu noktaya cevap vermesi lâzımken, meseleyi başka tarafa çekiyor ve Peygamberimizden misal getirerek kendince kurnazlık yapıyor...Ama misali geçersiz. Çünkü, Peygamberimiz Kur'an'ı zaten ezbere okuyordu.400.000 hadisi ve binlerce kitabı taradığı halde, böyle bir hüküm bulamadığını söyleyen hocamız, -hadi yalan söylüyor demeyeyim- gerçekleri söylemiyor. Eğer dediği gibi gerçekten okumuş olsaydı, kaynak gösterdiği "İtkan" isimli meşhur eserin ilerki sahifelerinde, iddiasının tam tersini görecekti.

Madem "ltkan"ı kaynak eser kabul ediyorlar; biz de aynı eserden iktibas yapalım:

"Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur'an'a dokunmasının haram olduğudur. O abdestsiz olan, ister küçük abdest (namaz abdesti) almamış olsun, isterse büyük abdest (yani gusül abdesti). Çünkü Kur'an-ı Kerim'de, 'Kur'an'a ancak temiz olanlar dokunabilir' buyurulmaktadır. Sünen-i Tirmizi ve diğerlerinde geçen bir hadis şöyledir: Kur'an'a ancak abdestli olanlar dokunabilir." (İtkan 2/1188 Dâr-ı İbn-i Kesir/Beyrut)

Hocamız, herhalde bunları yazdığı için İmam Süyûtî'ye, tercüme ettiğimiz için de bize kızmamıştır.Kitabın dipnotu şöyle: Aynı hadis Dârimî'nin Talak bahsinde "Nikâhtan önce boşama olmaz" babında 2183 numarayla, Dâre Kutnî'de ise Taharet bahsinde "Abdestsiz olanın Kur'an'a dokunmasının yasak olması" babında yer almaktadır.

Ne dersiniz, hocamızın, bu meseleyi 400.000 hadisi taradığı halde bulamadığına inanalım mı? Ve kaynak gösterdiği "İtkan" isimli kitapta açık açık yazıldığı halde, "Bulamadım" demesine mi? Arapça bilmeyen okuyucularımızın merakını giderelim. İtkan, Madve Yayınları tarafından "Kur'an İlimleri Ansiklopedisi" adıyla tercüme edilmiştir. Arzu edenler, 2.cilt, 44.sahifede bu meseleyi okuyabilirler.

"Kur'an Abdestsiz Ele Alınabilir mi?" başlıklı yazımız eksik kalmış, sütunumuz bitmiş, yazacaklarımız bitmemişti. Bu yazıda, olabildiğince kısa tutmaya çalışarak ilave bilgi vermek niyetindeyim.Önceki yazımda, "Kur'an'a ancak abdestlî olan dokunabilir" manasındaki hadis-i şerifin bulunduğu üç eser ismi vermiştim, iki isim daha veriyorum:1) Bedâiüs Sanâyf, 1/33, Beyrut, 1 987, 2) Feyzül Kadir, 6/455.Aşağıda isimlerini vereceğim Arapça ve Türkçe eserlerin hepsinde de "Abdestsiz olarak Kur'an'a dokunmanın caiz olmadığı" hükmü yer almaktadır.

ARAPÇALAR: 1-Kadı Beyzâvî, 2-Rûhul Meânî, 3-Ruhul Beyan, 4-Ahkâmül Kur'an, 5-Tefsir-i Kebir. (Bu eserlerde Vakıa Sûresi'nin 79. âyetinin tefsirine bakılabilir.)6-Dürerül Hükkâm, 7-El-Muğnî, 8-Muhit, 9-Kâfî, 10-Hidâye, 11-Merâkıl Felah,. 12-Tahtâvî, 13-EI-Mezâhibül Erbaa, 14-Bedâiü.s Sanâyî, 15-İtkan.

TÜRKÇELER: 1-Elmalılı Tefsiri, 2-Çantay Tefsiri, 3-5 Prof. ve l doçent tarafından hazırlanan TDV meali, 4-Enver Baytan, eski İstanbul Müftüsü A. Fikri Yavuz ve Ahmed Davudoğlu tarafından hazırlanan meallerde, ilgili yere bakılabilir. (Yani Vakıa Sûresi, 79. âyet)5-Ahmed Zühdü Paşa'nın (Osmanlıca) Mecmua-ı Zühdiye,6-Numan Kurtulmuş'un Âmentü Şerhi, 7-Fatih devri âlimlerinden Molla Hüsrev'in, 8-Büyük İslâm Fıkhı ismiyle tercüme edilen Dürer Tercümesi, . 9-Mehmet Zihni Efendi'nin Nimet-i İslâm, 10-Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki'nin İslâm Dini,11-Eski Diyanet işleri Başkanlarından Ömer Nasuhi Bilmen'in Büyük İslâm İlmihali Bu eserlerin "Abdest" bahislerine bakılabilir. 12-Prof. İbrahim Canan'ın Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi (4/289), 13-Ibn-i Abidin Tercümesi, (l /l 10, 1/217), 14-İmam Gazâlî Hazretleri'nin İhya u Ulûmiddin Tercümesi (1/797), .15-Kur'an İlimleri Ansiklopedisi ismiyle tercüme edilen İtkan Tercümesi (2/444).

Okuyucularımıza kolaylık bakımından Türkçeler bana göre daha mühim..."Abdestsiz olarak Kur'an'a dokunulamayacağı"nı yazan eserler bunlardan ibaret olmayıp, eski yeni birçok eserlerde bu hüküm tekrarlanmaktadır.Esasen, "El ârîfü yekfihil işâre" kabilinden, tek bir eserde bile yazılı olsa -niyet kabul etmekse-, bu hükmü kabul etmeye o tek eser dahi kafidir-. Daha fazla eser ismi istenirse önümüze Süleymaniye Kütüphanesindeki kitapları da yığsak, -şazlar hariç- "Kur'an'a dokunmak için abdestli olmak şarttır" hükmünden başka bir şey bulamayız.Prof. Hüseyin Algül, Prof. Yunus Aydın, Prof. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Mehmet Erdal, Prof. Ömer Faruk Harman, Prof. Ahmet Saim Kılavuz, Prof. Süleyman Uludağ ve İrfan Yücel'den meydana gelen heyetin hazırladığı ve Prof. Hayrettin Karaman, Ali Bardakoğlu ve . H. Yunus Aydın'ın gözden geçirdikleri İLMİHAL İman ve İbâdet isimli yeni eserde bile, Sünnî mezheplere göre "Abdestsiz olanların Kur'an'a dokunamayacakları" vurgulanmaktadır. (1/196)

Sünnî âlimlerin asırlardan beri bize ulaşan kitaplarındaki, "Abdestsiz olarak Kur'an'a el dokunulamaz" hükmü ortadayken, "Bu mesele de nereden çıktı?" şeklinde bir itirazın, Müslümanları şüpheye düşürmekten başka bir şeye yaramadığı görülüyor.Âlimlerde, ilmin verdiği bir vakar bir ağırlık aranır. Öyleyken, "Üçüncü, besinci sınıf ilmihaller" diye o kitaplarla dalga geçmek, üzücü ve incitici bir hal değil midir?Rica ederim! "Kur'an'a dokunmak için abdest almak şarttır" dedikleri, daha doğrusu bunu yazan âlimlerin yazdıklarını eserlerine aldıkları için, bir Ahmed Hamdi Akseki'nin, bir Ömer Nasuhi Bilmen'in ilmihalleri üçüncü, beşinci sınıf ilmihaller midir?..Müslümanlar hakkında reva görülen şu cümlelere de üzülmemek mümkün mü?

"Utanmadan yıllar yılı mezhepsizlik edebiyatı yapan mezhepçiler."
"Mezhepçilik yapan şarlatanlar sizi dolmuşa bindiriyor."
"Tulumbacı takımı."
"Dinini donundan biraz ciddiye alan bir Müslüman..."
"...bitli baklanın kör alıcısı."

Bu cümleler hiç de hoş ifadeler değil...

Geçmiş âlimleri kabul etmeyip, onların "Kur'an okumakla Kur'an'a dokunmayı birbirine karıştırdıklarını" ve bu hususta "tarihi" bir yanılgı içinde olduklarını" söylersek, bu mantığa göre, onların yazdıklarına nasıl güveneceğiz? Onların yazdıklarına, aktardıklarına güvenmezsek elimizde ne kalır?Esas mesele, mütekaddimîn ve müteahhirîn ulemânın kitaplarına itimat edip etmemek, kabul edip etmemek meselesi...Biz, hem itimat ediyor hem de o kitaplardaki meseleleri kabul ediyoruz.Tarihi bir yanılgı içinde olduklarını da kabul etmiyoruz....
Devamını okuyun...>>

İslamoğluna Reddiye:Çıplak Ayağa Mesh

İslamoğluna Reddiye:Çıplak Ayağa Mesh 

Talha Hakan Alp / Haksöz

بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم

Konuya girmeden önce İslamoğlu’nun bu meselede de örneğiyle karşılaştığımız üslûp p­roblemine değinmek gerektiğini düşünüyoruz. Kendisiyle birçok konuda aynı fikirleri savunan diğer ilâhiyatçı İslam modernistleriyle İsla­moğ­lu arasında önemli bir üslûp farkı var. Bel­ki a­kademinin dışına hitap etmediği için olacak!


Modernist ilâhiyatçı kesim savunduğu muhâlif görüşü doğrudan ve kendine mal ederek ifâde etmekte tereddüt göstermez. Ya da akademik özgürlüğün sağladığı rahatlıkla olacak ki, en uçuk görüşlerini dahî pervasız bir dille açıklamaktan çekinmez.
Ancak İslamoğlu için aynı rahatlıktan söz etmek zor. Onun konumu akademisyenlere göre çok farklı. Bir defâ o doğrudan Müslüman tabana hitap ediyor ve o bir teorisyenden daha çok bir pratisyen. Bunun yanında sâhip olduğu medya organları ve öncülüğünü yaptığı sivil toplum kuruluşlarına bakılırsa onun bir çeşit İslâmî dâvet faaliyeti yürüttüğü de söylenebilir.
Bütün bunlar onun daha özenli olmasını, doğrudan ifâde edildiğinde ciddî tepkilere yol açacak fikirleri daha politik bir dille ifâde etmesini gerektiriyor. Kendisi de bunun farkında olmalı ki, uçuk fikirleri doğrudan gündeme getirmiyor ve: “Bu konuda doğru olan benim savunduğum ya da meselâ Şî‘a’nın savunduğu şu görüştür!” deme cesâretini gösteremiyor.
Peki, ne yapıyor? Genelde meseleyi şu şekilde sunmayı tercih ediyor: “Bu konuda ihtilaf var; böyle düşünenler olduğu gibi şöyle düşünenler de var. Sünnî ekol böyle demiş; ama ay­nı ekol içinden filan filan âlimler de aksini düşünebilmiş, söz gelimi Şî‘a’nın yanında yer alabilmiş!” gibi laflar kullanmayı uygun buluyor.
Ne ilginçtir ki genellikle bu konularda verdiği bilgiler referanslarla karşılaştırıldığında ciddi sorunlar arz ediyor. Ortada ya yanlış anlama ya da çarpıtma olduğu dikkatten kaçmıyor.
Anlıyoruz ki, İslamoğlu görüşleri kaynaklardan olduğu gibi nakletmiyor ve görüşleri, sâhiplerinin aynı konunun detaylarına dâir diğer görüşleriyle ve amacıyla mütenâsip biçimde aktarmıyor; kendince hedef fikre uyarlayarak görüşler üzerinde bir çeşit işçilik uyguluyor. 
İslamoğlu bu yaptığının ne tür sonuçlar doğuracağı üzerinde hiç düşünmüş müdür, bu bilinmez. Ama bilinen bir şey var; bunun ortalama Türk okuyucusunun zihninde telâfisi güç tahribata yol açtığı kesin.
Doğal olarak okuyucu, İslamoğlu’nun kaynaklar karşısındaki yer yer yönlendirmeci, yer yer çarpıtmacı tutumunu fark edemiyor. Hâliyle muhâlif modern fikrin de İslâmî zeminde bir meşrûiyet kökeni olduğunu düşünmeye hazır hâle geliyor ve çözülme burada başlıyor.
Tabiatıyla bunları inceleyen biri olarak “İslamoğlu ne yapmak istiyor?” sorusunu kendinize sormadan edemiyorsunuz. Niyetini bilemeyiz; ancak İslamoğlu’nun, teorik malzemesini modernist ilâhiyatçı akademisyenlerden aldığı uç fikirleri tabana kanıksatmak ya da en azından tabanın bu konudaki İslâmî hassâsiyetini yıpratmak gibi bir etkisi olduğunu görmemek de mümkün değil.
Bu yönüyle onun işi bir yapı inşâ etmekten çok sabit yapıyı yıkmak; yâni ciddî bir araştırma ve özen istemeyen ucuz işçilikli bildiğimiz yıkıcılık.
İslamoğlu’nun kaynak taramaları ve metin incelemeleri konusundaki îtinâsızlığı da zâten bunu işâretliyor.
İşte burada ele alacağımız çıplak ayağa mesh konusu, İslamoğlu’nun bir yandan meseleyi nasıl çarpıttığını, diğer yandan metni nasıl yanlış anladığını gösterecek bir konu olması bakımından onun ne yaptığını gözler önüne seren tipik bir misal olabilir. 
İslamoğlu’nun, abdesti konu edinen Mâide Sûresi:6. âyette yer alan ayakları yıkamakla ilgili ifâdeye düştüğü dipnot şöyle: “Kıraat imamlarından Nâfi, İbn Âmir, Hafs, Kisâî ve Yakub’un okuyuşuna göre ayet ayakların yıkanmasını, geri kalanının okuyuşlarına göre ayaklara mesh edilmesini emreder. (…) Ehl-i Sünnet okuluna mensup âlimlerin çoğunluğu birincisini, Ehl-i Beyt okulu mensupları ve Taberî gibi bazı sünnî imamlar ikincisini tercih ederler.” (Hayat Kitabı Kur’an, s:192) 
Çok açık ki İslamoğlu’nun bu ifâdelerine bakarsak; çıplak ayağa mesh konusunda biri Ehl-i Sünnet’e, diğeri Ehl-i Beyt’e âit olmak üzere iki ayrı görüş var.
Üstelik büyük Ehl-i Sünnet imamlarından Taberî de burada Ehl-i Beyt’in yanında yer alıyor; yâni çıplak ayağa meshedilebileceğini savunmuş oluyor. İslamoğlu’nun meâldeki bu i­fâdelerine biraz daha netlik getiren diğer ifâdesini bir soruya verdiği cevapta buluyoruz. Cevapta İslamoğlu Taberî’nin görüşüyle ilgili düşüncesini: “Taberi sünne sahibi bir imam olduğu halde mesh etmek farz, yıkamak sünnettir der. ”[1] şeklinde somutlaştırıyor.
Bunları okuyan bir kimsenin abdestte çıplak ayağa mesh etmenin câiz olmayacağı konusundaki bilgisi de, hassâsiyeti de derin yara alacaktır ve önceleri sâdece Şî‘a’ya âit olduğunu düşündüğü bu uygulamanın hem Ehl-i Beyt, hem de İmam Taberî tarafından savunulmuş meşrû bir görüş olduğu “gerçeğiyle!” âdeta şok yaşayacaktır.
Peki gerçekten mesele İslamoğlu’nun anlattığı gibi midir? Dolayısıyla okuyucunun yaşadığı şok hâli yerinde ve gerekli bir hal midir?
Bu soruların aşağıdaki incelemenin sonunda kendiliğinden cevaplanacağını düşünerek vakit kaybetmeden söze girelim.
Söze girerken önce şunu ifâde etmeliyiz; abdestte ayakları yıkamayı Ehl-i Sünnet’in çoğunluğunun görüşü gibi göstererek Ehl-i Sünnet’in bu konudaki tutumu hakkında şüphe uyandırıcı ifâdeler kullanmak doğru değildir.
Zîrâ sahâbeden yüz yirmi kişiye kavuşan Tâbi‘î İmam Abdurrahman bin Ebî Leylâ (Radıyallâhu Anh) ashâbın ayakları yıkama konusunda icmâ‘ ettiklerini ifâde eder. Sâdece bu değil, sahâbeden on kişiye kavuşan Tâbi‘î İmam Atâ bin Ebî Rabah (Radıyallâhu Anh) da sahâbeden ayaklarına mesh eden birini görmediğini söylemektedir. (Hâfız Alâüddîn Moğultay, Şerh-u Sünen-i İbn-i Mâce:1/355)
Evet, bâzı sahâbeden ayakların meshi yönünde rivâyetler vardır. Ancak bu rivâyetlerin delâleti açık değildir. Zîrâ bu rivâyetlerin ekseriyeti başlı başına abdestte ayaklarla ilgili vazîfeyi konu edinmemektedir. Bilakis konunun Kur’ân-ı Kerîm’de ele alınış biçimini serimlemektedir.
Buna dayanarak ihtilaftan bahsedilecekse, meselenin sâdece Kur’ân’daki sunumuyla sınırlı bir ihtilaftan söz etmek daha doğru olacaktır. 
Buna bir misal olarak önceleri abdestte ayakların meshini savunduğu düşünülen Enes bin Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın “Kur’ân meshi, Sünnet gasli (yıkamayı) getirmiştir” yönündeki sözünü ele alabiliriz. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/175)
Bu söz aslında Enes bin Mâlik (Radıyallâhu Anh)dan yapılan diğer rivâyetlere de ışık tutmakta, onun meseleyi sâdece hükmün sübut keyfiyeti açısından ele aldığını göstermektedir. Meselenin Kur’ân’da sâdece mesh ile ele alındığını, Sünnette ise bunun yanında yıkama yükümlülüğünün de getirildiğini ifâde etmektedir.
Ayrıca Enes (Radıyallâhu Anh) gaslin Sünnetle sâbit olduğunu belirterek ayakları yıkamanın gerekliliğini zımnen ifâde etmektedir. Bütün bunların yanında, ayakların yıkanması gerektiği yönünde sahâbeden de açık rivâyetler bulunmaktadır. Bu sebeple birçok muhakkık âlim, rivâyetleri cem için, mezkûr kimselerin mesh yönündeki görüşlerinden rucû ettiklerini savunmuştur. (İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî:1/348)
Dolayısıyla böyle yoruma açık rivâyetlere dayanarak Ehl-i Sünnet’in bir kısmının ayakların meshini savunduğunu söylemek ilmî ölçüler açısından güvenilir değildir. 
Sonra şu da unutulmamalı ki, seleften bir veyâ birkaç kişiden ümmetin kāhir ekseriyetine muhâlif olarak nakledilen görüşler, mâlum şaz kategorisine girmektedir.
Bunlar Ehl-i Sünnet’in görüşünü belirleyici olmadığı gibi Ehl-i Sünnet içinde ihtilaf sebebi de olamaz.
Şurası açık ki seleften nakledilen her rivâyete eşit gözle bakmak, şaşı bakmaktır. Zîrâ birçok selef imamından birbirine zıt fetvâlar nakledilebildiği gibi, bâzen Kur’ân, Sünnet ve Kıyas temeline oturtulması güç görüşler de nakledilebilmektedir.
Bu nakilleri yapan râviler meselenin özünü ne kadar kavramış, ne kadar tam ve doğru rivâyet etmiş, meselenin bu kısmı tartışılır; ama velev ki rivâyetler güvenilir olsa bile yine de bir usul inşâ edilirken her rivâyetin aynı kategoriye yerleştirilmesi mümkün değildir.
Tutarlı bir usul inşâsı için sahih kıstaslar ışığında bunların bir kısmının diğer bir kısmına tercih edilmesi ve esasların tercihe şâyân olanlar üzerine binâ edilmesi kaçınılmazdır. Nitekim imamlar aynı yöntemi âyet ve hadisleri ele alırken de uygulamış, nasslar arasındaki muârazayı nesh, cem, tercih ve tesâkut gibi metodlarla çözümlemiştir.
Muteârız nasslardan nasıl dinde çarpık bir yapılanmaya gidilmiyorsa, seleften nakledilen görüşleri de birbirleriyle çatıştırarak değil, sağlam bir anlam zemini üzerinde uzlaştırarak anlamaya çalışmalı ve bir usul zaviyesinde işlemesini bilmelidir.
Şu halde Ehl-i Sünnet’in görüşü ortaya konurken, kritize edilip işlenmiş bilgiler üzerine konuşmak ve Ehl-i Sünnet’in sistem ve usul olarak teşekkülünü tamamlamış yapısını gözden kaçıran açıklamalardan uzak durmak zorundayız. Bir ihtimal olarak şu da gündeme getirilebilir: Belki İslamoğlu Taberî’nin görüşünü yanlış yorumladığı için burada onu istisnâ etme ihtiyâcı hissederek Ehl-i Sünnet’in çoğunluğu demiş olabilir.
Ancak az ileride de temas edeceğimiz üzere Taberî’nin görüşünün Ehl-i Sünnet’in görüşünden temelde bir farkı yoktur. Şu halde Taberî (Rahimehullâh) üzerinden Ehl-i Sünnet’in tutumunu çoğunluk ve diğerleri şeklinde yansıtmak da mümkün değildir.
Ayrıca Ehl-i Beyt’e göre ayakların mesh edilmesi konusu İslamoğlu’nun arz ettiği gibi de değildir. Durum Şî‘a’ya göre böyle olabilir; ama Şî‘a ile Ehl-i Beyt farklı şeylerdir. Bunları birbirlerine karıştırmak eğer câhillik değilse, hoş görülemez bir muğâlatadır.
Ehl-i Beyt’in ilk kuşağına göre abdestte ayakları yıkamak gerekir. Nitekim Taberî (Rahimehullâh) sened eşliğinde, Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyin (Radıyallâhu Anhümâ)nın, ilgili âyette geçen “Ercüle­küm” kelimesini mansub okuduklarını ve Hazret-i Ali (Radıyallâhu Anh)ın, ayaklarla ilgili vazîfenin yıkamak olduğu yönünde insanlara hükmettiğini (fetvâ verdiğini) nakleder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/173)
Bunun yanında Ali (Radıyallâhu Anh)ın: “Ayakları topuklara kadar yıkayın” diye emrettiği de bilinmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/172)
Demek oluyor ki, konu hakkında Ehl-i Sünnet içinde fikir ayrılığı varmış gibi bir ifâde kullanmak, okuyucuyu gereksiz ve temelsiz bir kafa karışıklığına sürüklemekten başka bir şey ifâde etmez.
Ehl-i Sünnet’le Ehl-i Beyt arasında ayrılık olduğu yönünde bir vehme kapı aralayan ifâdeler kullanmaya gelince, eğer bu kasıtlı değilse, en azından ciddiyetsizlikten başka neyle îzah edilebilir?
Ehl-i Beyt imamları dediğimiz kimseler eğer Ali, Hasen ve Hüseyin (Radıyallâhu Anhüm) değilse kimlerdir? İslamoğlu bize mübhem ifâdeler kullanmak yerine iddiasını destekleyen muşahhas ifâdeler kullan­malı. Eğer Ehl-i Beyt imamlarından bu görüşü savunan varsa, isim vermeli ve sahih kaynak göstermelidir. 
Bu ön bilgilerden sonra İslamoğlu’nun Taberî (Rahimehullâh)ın görüşünü nasıl yanlış anladığına gelelim.
İslamoğlu’na göre Taberî (Rahimehullâh) Ehl-i Sünnet’in diğer imamlarına muhâlif olarak abdestte ayakların mesh edilebileceği yönündeki ikinci görüşü savunmaktadır.
Oysa Taberî (Rahimehullâh)ın abdest âyetindeki bu kelimeyle ilgili açıklamaları İslamoğlu’nun dediğiyle aslâ örtüşmemektedir.
Taberî (Rahimehullâh) İslamoğlu’nun naklettiğinin aksine ayakların değil yıkanmayıp mesh edilmesini, sâdece yıkanmasının bile yeterli olmayacağını, bunun yanında bir de mesh edilmesi (ovalanması) gerektiğini düşünmektedir. 
Taberî (Rahimehullâh)ın kendi görüşüne geçmeden önce onun genel olarak bu konuyu nasıl ele aldığına bakalım. Taberî (Rahimehullâh) âyetin ilgili kısmının tefsirinde, önce âyette geçen “Ercüleküm” kelimesinin iki şekilde kıraat edildiğini; Hicaz ve Irak kurrâsının kelimeyi mansup, yâni bizdeki meşhur kıraate göre “Ercüleküm” şeklinde okuduğunu belirtiyor ve: “Bunlara göre abdestte ayaklarla ilgili vazîfe mesh değil gasildir (yıkamaktır)” diyor.
Taberî (Rahimehullâh) bu yönde vârid olan rivâyetleri serdettikten sonra yine Irak ve Hicaz kurrâsının diğer bir kısmına göre mezkûr kelimenin, “Ercüliküm” şeklinde mecrur olduğunu zikrediyor ve: “Onlara göre abdestte ayaklarla ilgili vazîfe yıkamak değil, meshtir” diyor.
Burada araya girelim. Hazret-i Enes’in görüşüyle ilgili olarak da ifâde ettiğimiz gibi abdest âyetinde ayaklarla ilgili vazîfenin mesh olduğunu savunmak, genel olarak abdestte ayakların mesh edilebileceğini savunmak anlamına gelmez.
Bu sâdece Kur’ân’da konunun ele alınış biçimini îzaha dönük bir açıklamadır, yoksa genel olarak abdestte ayaklarla ilgili vazîfenin ne olduğuna dönük bir açıklama değildir. Zîrâ abdestte ayakların yıkanması gerektiğini anlatan çok açık hadisler vardır.
Daha sonra bu yöndeki rivâyetleri de sıralayan Taberî (Rahimehullâh) en son kendi görüşünü açıklıyor ve aynen şunları kaydediyor:
“Bu konuda bize göre doğru olan şu ki; Allâh-u Te‘âlâ abdestte ayakların tamâmının su ile mesh edilmesini emretmektedir. Tıpkı teyemmümde yüzün tamâmını toprakla mesh etmek gibi. Abdest alan kimse ayaklarıyla ilgili olarak bunu yaparsa hem mesh edici hem de yıkayıcı ismini hak etmiş olur. Zîra ayakların “gasli (yıkanması)” ayaklar üzerinde su gezdirerek ya da suyu ayaklara değdirerek olur.
Ayakların “mesh edilmesi“ ise elin ya da el yerine kāim olan başka bir şeyin ayaklar üzerine gezdirilmesidir. Bir kimse ayaklarının tamâmını su ile mesh ederse o hem yıkayıcı hem de mesh edicidir.
Mesh kelimesinin, tavsif ettiğim gibi biri umûmî -âzânın tamâmının meshi-, diğeri husûsî -âzânın bir kısmının meshi- olmak üzere iki mânâsı bulunduğundan, kıraat imamları “Ercülekum” kelimesinin okunuşunda ihtilaf etmişlerdir. (…)
Abdest âyetinde ayaklarla ilgili emrin te’vilinde dediğimiz gibi, onların tamâmının su ile mesh edilmesi gerektiği içindir ki, ilgili âyeti, ayakların su ile yıkanmasıyla birlikte onların elle veyâ el yerine kāim olan şeyle mesh edilmesi şeklinde yorumlayarak abdestte ayakları suya sokup da (bununla yetinerek) eliyle veyâ el yerine kāim olan şeyle mesh etmemeyi mekruh görenler olmuştur.
Nitekim rivâyet edildiğine göre Tâvus (Rahimehullâh)a abdest alırken ayaklarını suya sokan kimsenin durumu sorulduğunda: “Bunu yeterli bulmam!” demiştir.
“Âyetten ayakların yıkanması kastedilmiştir” diyenler ise meshi yeterli görmemiş, buna mukābil ayakları suya sokmayı yıkamak olarak telakki etmiştir. Nitekim Hasen-i Basrî (Rahimehullâh)a gemide abdest alan kimse sorulduğunda: “Ayaklarını suya daldırmasında bir beis yoktur.” diye cevap vermiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/177-178)
Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli hususlardan biri de şudur: Taberî (Rahimehullâh) bu meseleyi tartışırken Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların “Husûsî anlamda” meshiyle yetinilebileceğini gösteren herhangi bir rivâyet nakletmezken, “Yıkama” bildiren birkaç rivâyete yer vermiş ve sonra da şu ifâdeyi kullanmıştır: “… Bâzı kıraat imamları, kelimeyi “Ercüleküm” olarak okumuş ve farz olanın, ayakların yıkanması olduğunu söylemişlerdir.
Hâlbuki Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların umûmunun suyla mesh edileceğini (ovalanarak yıkanacağını) bildiren birbirini destekler mâhiyette rivâyetler gelmiştir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/177)
Bu meseleyi işlediği bahsin devâmında Taberî (Rahimehullâh), ayakların normal mesh ile yetinilebileceği iddiasını muhtelif yönlerden “Eğer şöyle denirse, şöyle deriz” tarzında münâkaşa ederek ve Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların tamâmının “Yıkanması” gerektiği rivâyetlerini delil getirerek çürüttükten sonra aynen şu ifâdeyi kullanır:
“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, abdestte ayakların tamâmının suyla yıkanacağını emreder mâhiyette gelen rivâyetler, haberdâr olanın elinde hiçbir özür bırakmayacak müstefiz (yaygın) nakil­lerle sâbit olmuştur.
Ayakların bu şekilde yıkanacağı O’ndan sahih olarak sâbit olduğuna göre, yıkanmasını farz kıldığı bir uzvun, aynı durumda ve aynı vakitte bir kısmının yıkanmamasını mubah görmüş olması kabul edilemez. Çünkü bu, bir şeyi aynı anda hem farz kılmak, hem de iptal etmek demektir. Bu (çelişki) ise Allâh’ın ve Rasûlü’nün ahkâmında söz konusu değildir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/185)
Görüldüğü gibi Taberî (Rahimehullâh) ne ayakların sâdece yıkanması görüşünü, ne de sâdece mesh edilmesi görüşünü savunuyor.
O, bu ikisinin dışında ayakların tamâmının suyla mesh edilmesini, yâni ayakların ovalanarak yıkanması gerektiğini savunuyor. Peygamber Efendimiz’den gelen rivâyetlerin hem “Ayakların tamâmının suyla meshi” hem de “Ayakların tamâmının yıkanması” şeklinde olduğunu söyleyen Taberî (Rahimehullâh)ın görüşündeki inceliği iyi kavramak gerekir.
Ona göre “Ayakların tamâmının suyla mesh edilmesi” başka şeydir, başın mesh edilmesi gibi normal mesh daha başka bir şeydir. 
Normal meshte, âzânın tamâmını doğrudan suyla temas ettirerek mesh etmek yoktur, sâdece el ıslatılır ve ıslak elle mesh yapılır. Islak elle yapılan meshte mesh edilen uzvun tamâmını mesh etmek gerekmez, bir kısmını mesh etmek kâfîdir. Oysa Taberî (Rahimehullâh) tıpkı teyemmümde olduğu gibi ayakların tamâmının mesh edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Zâten Taberî (Rahimehullâh) âyetten sâdece mesh hükmünü çıkaranların görüşlerini aktarırken orada mutlak olarak mesh ifâdesini kullandığı halde, kendi görüşünü anlatırken:
“Ayakların tamâmını suyla mesh” ifâdesini kullanmakta ve böylece kendi görüşünün farklı olduğuna işâret etmektedir.
Ayrıca Taberî (Rahimehullâh)ı bu görüşe iten şey âyetin her iki kıraatini de uygulamaya sokma isteğidir. Eğer Taberî (Rahimehullâh) mutlak anlamda husûsî meshi savunsaydı, sâdece kelimenin mecrur okunduğu kıraati tercih ederdi. Oysa o her iki kıraati de sahih bulmakta ve mümkün mertebe her ikisiyle de amel edebilmenin yollarını aramaktadır. Bulduğu yol, ayakların tamâmını suyla mesh etmektir. Böyle olunca ayaklar suyla doğrudan temas ettirildiği için meşhur kıraati, mesh edildiği için de diğer kıraati uygulama imkânı bulunmuş oluyor. 
Taberî (Rahimehullâh)ın iki kıraati cem yönündeki niyeti şu ifâdelerinde açıkça gözlenmektedir: “…Çünkü ayakların tamâmının suyla mesh edilmesinde yıkanmaları vardır. Elin ya da el yerine kāim olan şeyin ayaklar üzerinde gezdirilmesinde ise ayakların meshi vardır.
Âyeti nasb kıraati üzere okuyanlardaki doğruluk ciheti ayakların tamâmı üzerinde suyun gezdirilmesidir.
Cer kıraati üzere okuyanlardaki doğruluk payı da ayakları mesh etmek için el ya da el yerine kāim olan şeyin ayakların tamâmı üzerinde gezdirilmesidir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/178)
Böylece Taberî (Rahimehullâh) kıraatlerin doğruluk yönlerini esas alarak ayakların tamâmının suyla mesh edilmesi yönündeki görüşünü ileri sürmüş ve her iki kıraati de cem etmiştir. 
Bütün bunlar bir yana İslamoğlu Taberî (Rahimehullâh)ın görüşü hakkında aceleci davranmayıp, eksik anlama ihtimâlini göz önüne alarak bu konuda Taberî (Rahimehullâh)a atfen tefsir literatüründe neler dendiğini araştırmış olsaydı, sanırım bu hatâya düşmeyecekti.
Zîrâ İbn-i Kesîr (Rahimehullâh)ın tefsirinde onu bu hatâdan kurtaracak açık ifâdeler yer alıyor. İbn-i Kesîr (Rahimehullâh): “Taberî (Rahimehullâh)a göre yakları yıkamak sünnetle, meshetmek de Kur’ân’la farzdır” diyenleri, Taberî (Rahimehullâh)ı doğru anlamamakla eleştiriyor.
İbn-i Kesîr (Rahimehullâh) bu eleştirisinde haklıdır. Zîrâ yukarıda da paylaştığımız gibi Taberî (Rahimehullâh)ın ifâdelerinden bu sonuç çıkarılamaz.
Buradan çıkarılacak tek sonuç iki kıraati cem adına ayakların tamâmını suyla mesh etmektir. Nitekim İbn-i Kesîr (Rahimehullâh) da burada Taberî (Rahimehullâh)ın, iki kıraati cem adına ayakların suyla mesh edilmesi gerektiği yönündeki görüşü savunduğunu belirtiyor ve onun ifâdesindeki “Mesh”in, “Ayakları delk (ovalamak)” anlamına geldiğini ifâde ediyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm:2/26)
Daha da ilginç olanı şudur: İbn-i Kesîr (Rahimehullâh)ın Taberî (Rahimehullâh)ı doğru anlayamamakla tenkit ettiği kimselerin Taberî’den anladıklarıyla, İslamoğlu’nun anladığı bambaşka şeylerdir. Onlara göre Taberî, ayakların yıkanmasıyla mesh edilmesi arasında hüküm açısından bir fark görmüyor ve her ikisinin de farz olduğunu kabul ediyor. Bir farkla ki yıkamanın farziyetini Sünnet’le, meshin farziyetini ise Ki­tab’la sâbit görüyor.
Oysa İslamoğlu meseleyi çok farklı kurguluyor; Taberî’nin mesh etmeyi farz, yıkamayı sünnet gördüğünü ileri sürüyor. Bir hükmün Kitab’la sâbit olması illâ farz olmasını gerektirmediği gibi, Sünnet’le sâbit olması da illâ Sünnet olmasını gerektirmez.
Şu halde nereden bakılırsa bakılsın ortada Taberî’nin görüşünü anlamamaktan kaynaklanan vahim bir hatâ bulunmakta.
Şu halde İslamoğlu’nu tâkip eden ortalama Türk okuyucusu Taberî’nin konuyla ilgili gerçek görüşünden haberdâr olamayacak, aksine onu İslamoğlu’nun yansıttığı gibi Ehl-i Sünnet’in cumhuruna rağmen çıplak ayağa meshi savunan biri olarak tanıyacaktır. Bu sâdece onu yanlış tanımakla sınırlı kalmayacak, belki buradan yola çıkarak çıplak ayağa meshedilemeyeceği konusundaki hassâsiyetinin anlamsızlığını düşünmeye başlayacak.
Belki de bir adım sonra Ehl-i Sünnet ve Şî‘a arasındaki karşıtlığın bugüne kadar abartıldığını, aslında kaynaklar “İyi incelense!” aralarındaki fikir ayrılıklarının uzlaştırılabilir olduğunu düşünecek! Bu da genel­likle sâdece siyâsî açılımları düşünülerek yürütülen, îtikādî ve fıkhî boyutları nedense görülmek istenmeyen ve ilginçtir ki çoğunlukla sünnî ülkelerde uygulanan ve hâliyle Şî‘a lehine sonuç veren Ehl-i Sünnet’le Şî‘a’yı yakınlaştırma faaliyetlerine de yine Şî‘a lehine katkı sağlayacaktır.
Peki, okuyucuyu bütün bu yanlış anlamalara sürükleyen şey temelde nedir? El-cevap, basbayağı yanlış anlama ve maalesef ucuz bir çarpıtmadır.
İslamoğlu, ne hikmetse hep Ehl-i Sünnet ve Şî‘a karşıtlığında tecellî eden bu gibi çarpıtma örnekleri üzerine düşünüp kendisine yöneltilen Şî‘a sempatizanlığı ithâmını bir de buradan değerlendirse sanırım kendisi için de hayırlı olur.
Vesselam…
Devamını okuyun...>>