28 Aralık 2009 Pazartesi

İslamoğluna Karşı Uyanık Olun.!

İslamoğluna Karşı Uyanık Olun.! 


Kendilerine yâhut yakınlarına veyâ sevdiklerine hakâret ve iftirâ edildiğinde etkilenip tavır takınan kimseler, sahâbe ve tâbiîne yapılan bunca hakâret karşısında hâlâ sessiz ve seyirci kalabiliyorlarsa, mutlakâ îmanlarındaki samîmiyeti sorgulamalıdırlar.

"Biz seni ancak bütün âlemler için büyük bir rahmet olarak gönderdik” buyuran Allâh-u Te’âlâ’ya nihâyetsiz hamd-ü senâlardan, kendisini “Ben ancak çokca hidâyet eden bir rahmetim” diye vasıflayan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına hadsiz ve adsiz salât-ü selâmlardan sonra! Önceki yazılarımızda sizlere söz verdiğimiz başlıkları tâkib etmek suretiyle, bu yazımızda da Mustafa İslamoğlu’nun, “Üç Muhammed” kitabında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şerefini tenzil ve Fahri Kâinat’ın şânına tâzim edenleri tahkîr ve tezyif içeren âtıl ve bâtıl fikirlerini reddederek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dünyada medetlerini, âhirette de elimizden tutmasını taleb etmeye devam edeceğiz. Allâh-u Te’âlâ bizi de siz okurlarımızı da Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ırz-u haysiyetini koruyanlar zümresine ilhâk eyleyip, iki cihanda da himmetlerini üzerimizde dâim eylesin. Âmîn! 

KA’BU’L-AHBÂR, RASÛLÜLLÂH’IN NUR OLUŞUNU, YAHUDİ KABBALİZMİNE DAYANARAK ÎCAD ETMEMİŞTİR, BİLAKİS O’NUN NUR OLDUĞUNU KUR’ÂN SÖYLEMİŞTİR

İslamoğlu, en yüce sahâbîlerin bile kendisinden rivâyette bulunduğu Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh) gibi tâbi’înden bir zâtın Kur’ân’ı yahudi tasavvuruyla okuduğunu iddiâ ederken, bakın nasıl bir örnek açıklıyor: “Kökleri hermetik öğretiye ve oradan da Yahudi Kabbalizmine dayanan bir yaklaşımla “Nur-ı Muhammedî” teorisinin mucidi olduğunu tahmin ettiğimiz Ka’bu’l-Ahbar, “Allah göklerin ve yerin ışığıdır” (24.35) ayetini bakın nasıl anlıyor. "İkinci “nur” sözcüğü, burada, Muhammed sallallahu aleyhi vesellemdir. Allah’ın “onun nurunun örneği” sözü, “Muhammed sallahu aleyhi vesellemin nuru” anlamına gelir. 

“Nur-ı Muhammedî” teorisini desteklemede kullanılan bu “nur” rivâyetleri, sadece aşırı mistik bir yorum olarak İslâm geleneğine girmemiştir. Süyuti bu konuda bize hayli malumat veriyor: “Hakîm Tirmizi, Zekvan’dan naklen aktarıyor: ‘Rasûlüllah (sav)’ın, gün ya da ay ışığında gölgesinin yere düştüğü görülmemişti. İbn Seb’in el-Hasais’inde der ki: ‘Onun gölgesi yere düşmezdi, çünkü o nur idi. O güneş ve ay ışığında yürüdüğü zaman onun gölgesi görülmezdi.’ Bazıları buna, Rasulullah’ın şu duasını delil gösterdilr: “Beni nur kıl!” 

Bu tipik bir aşırı yüceltmeci yanlış anlamaydı. İkisi de gnostik tabiatlı olan Kabalacı Yahudilikle Hermetizm’in karışımından ortaya çıkan yanlış anlama, bu noktada kalmadı. İş, “Hz.Peygamber’e kim ne kadar karizma katacak?” yarışına dönüştü.”
(Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:90-91) 

İslamoğlu’nun bunca uydurukça söz içeren bâtıl ve tezvir dolu şu beyanlarından sarsılmamak ve ürpermemek elde değildir. Bu durumda o bu suçlamaları rivâyetleri nakledilen zevâta mı, yoksa “Size Allâh’tan bir nur, bir de Kitâb-ı Mübîn geldi” (Mâide Sûresi, 15) buyurmuş olan Allâh-u Te’âlâ’ya mı yöneltmiş olmaktadır, zîrâ müfessirlerin tamamı bu âyet-i kerîmede geçen kitabı “Kur’ân”, nûru da “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)” olarak tefsir etmişlerdir. Zaten Allâh-u Te’âlâ: “Ey Nebî! Gerçekten biz seni bir şâhid, bir müjdeleyeci, bir uyarıcı, Allâh’ın izniyle Allâh’a çağırıcı ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik” (Ahzab Sûresi, 45-46) kavl-i şerîfinde de Habîbi’nin ne büyük bir nur olduğunu beyân etmiştir. 

Yoksa İslamoğlu yahudi kabbalizmine dayanma cürmünü “Ey Câbir! Allâh’ın ilk yarattığı senin peygamberinin nûrudur” (Abdürezzâk, el-Musannef, el-Cüzü’l-Mefkûd, sh:51, İsâ el-Hımyerî tahkîkiyle, Kastalânî, el-Mevâhib, 1/71-72, Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, no:827, 1/265) buyurmuş olan ve “Ey Allâh! Beni nûr kıl” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn:26, no:763/187, 1/528-529) diye duâda bulunmuş olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e yöneltmeyi mi hedeflemiştir? Çünkü Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Allâh-u Te’âlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Her peygamberin duâsı makbul iken Eşref-i Enbiyâ olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu duâsının kabul olmadığını iddiâ edenden daha zâlim kim olabilir?! 

Şimdi insafla düşünecek olursak, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur olduğunu hem Allâh-u Te’âlâ, hem de bizzât Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) beyân etmişken, bu bilgiyi nakleden Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh) gibi bir zâtı yahudi kabbalizmine meyletmekle suçlayan bir kişi, hakîkatte Allâh-u Te’âlâ’yı ve Rasûlünü inkâr etmiş olmuyor mu? Tabî ki, İslamoğlu Allâh’ı ve Rasûlünü yahudi kabbalizmine meyletmekle suçlayamayacağından, insanların cehâletinden istifâde ederek bu iftirâyı Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)a isnâd ediyor. Ama hakîkatte bu kötü vasfı Allâh’a ve Rasûlüne isnâd etmiş oluyor ki, Allâh-u Te’âlâ Kendisine ve Rasûlüne hakâret edenden intikam almaya elbette kadirdir. Böyle yapanları imhâl etmesi, ihmâl etmesi anlamına gelmez. Onlar alın yazısını inkâr etseler de: “Yakında o zâlimler nasıl bir yere döneceklerini bileceklerdir.” (Şuarâ Sûresi, 227) 

Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)ın kim olduğuna gelince, İmâm-ı Zehebî (Rahimehullâh)ın beyânına göre; bu zât, Ömer ve Suheyb (Radıyallâhu Anhümâ) gibi bir çok sahâbeden hadîs rivâyet etmiş olan yüce bir tâbi’îdir. Ebû Hureyre, Mu’âviye ve İbni Abbas (Radıyallâhu Anhüm) gibi bir çok sahâbî, Ömer’in âzatlısı Eslem ve Atâ ibni Yesar gibi bir çok tâbi’î (Radıyallâhu Anhüm) de kendisinden nakil yapmıştır. Bu zâtın rivâyetleri Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî gibi bir çok mûteber hadîs kaynağında nakledilmiştir. Kendisi ehl-i kitap ulemâsının ileri gelenlerinden olup, Ömer (Radıyallâhu Anh) zamanında Müslüman olmuştur. Sahâbe-i kirâmla birlikte bir çok gazalara katılan bu zât çok dindar olup ulemânın nübelâsından (en seçkin ve akıllılarından)dır. (Zehebî, Siyeru e’lâmin-nübelâ, 3/490) 

Görüldüğü üzere İslamoğlu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur olduğunu kabul edenleri yahudiliğe meyletmekle suçladıktan sonra “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ne güneş altında ne de ay ışığında gölgesinin bulunmadığı”nı söyleyen Zekvan (Radıyallâhu Anh) ve bunu ondan nakleden Hakîm-i Tirmizî (Radıyallâhu Anh) ve onun bu naklini bize ulaştıran İmâm-ı Suyûtî (Rahimehullâh) gibi Ehl-i Sünnet ulemâsını da yahudi kabbalizmine meylederek aşırı yüceltme yanlışına düşmekle ithâm etmiştir.

Oysa bu rivâyetin sâhibi olan Zekvan (Radıyallâhu Anh) yüce bir tâbi’îdir. Nitekim Allâme Zürkânî: “Zekvan Ebû Sâlih el-Medenî tâbi’înden olup, sika (kendisi güvenilir ve rivâyeti mûteber) biridir” demiştir. (Şerhu’l-Mevâhib, 4/253-254) 
Zekvan (Radıyallâhu Anh)ın bu rivâyeti birçok mûteber eserde yer almış ve âlimler bunun peşisıra bâzı îzahlar geliştirmişlerdir. Nitekim Muhammed bin Yûsuf eş-Şâmî, Zekvan (Radıyallâhu Anh)dan gelen bu rivâyeti zikrettikten sonra: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi olmamasının sebebi, bir kâfirin onu çiğnemesine imkân vermemektir” demiştir. (Sübü’l-hüdâ ve’r-reşâd, ‘Mısır baskısı’, 2/123) 

Bu rivâyeti Zekvan (Radıyallâhu Anh)dan nakleden Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında ise Sübkî, Zehebî ve İbn-i Hacer (Rahimehumullâh) gibi tabakat ve terâcim erbâbı: “Çok değerli tasnifler sâhibi, muhaddis, imâm, zâhid ve hâfız” (Tabek’tü’ş-Şâfi’iyye, 2/245, Tezkiretü’l-huffaz, 2/645, Lisânü’l-mîzân, 2/308) vasıflarını kullanmışlardır ki, bu sıfatların her birinin ne anlama geldiği erbâbınca mâlumdur. Örneğin burada geçen “Hâfız” tâbiri bildiğimiz mânâda Kur’ân’ı ezberleyen kimse anlamında değildir, bilakis muhaddisler arasında “Hadis Hâfızı” ünvânına lâyık görülmüş kişi sayısı çok azdır. Çünkü bu ünvâna sahip olan kişinin en az yüz bin hadîs-i şerîfi senedleriyle ve râvîleriyle ezberinde bulundurması, hadis ilmi ile ilgili bütün incelikleri bilmesi, “Sahîh”, “Hasen”, “Ğarîb”, “Münker” ve “Mevzû” rivâyetleri birbirinden ayırabilmesi, râvîlerin güvenilirlik derecelerini esas alan cerh ve ta’dil konusunda ihtisas sâhibi olması ve bu vasfının herkesçe kabûl görmesi gerekir. İşte Hakîm-i Tirmizî’nin bu zatlardan olduğunu en büyük muhaddisler îtirâf etmişlerdir. 

Ayrıca Şâh-ı Nakşibend (Kuddise Sirruhu) gibi velîler başbuğu, Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında: “Yıllarca Hakîm-i Tirmizî’nin rûhaniyetine teveccüh ederek mânen yetiştim” buyurmuştur. Hücvîrî (Kuddise Sirruhu) gibi tasavvuf ehlinin mihenk taşlarından olan bir zât: “Hakîm, sadefinde tek olan bir incidir, çünkü onun bütün âlemde hiçbir karîni bulunmamaktadır. Onun zahirî ilimler konusunda çok kitapları vardır ve hadis ilminde isnâd-ı âlî sahibidir” buyurmuştur. Mevlânâ (Kuddise Sirruhu)ya çocukluğunda himmet ve teveccüh etmiş bulunan Ferîdüddîn Attar (Kuddise Sirruhu) da Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında: “Ehl-i İslâm’ın büyüğü, Ehl-i Sünnet’in yücesi, evliyânın müctehidi (en gayretlisi), esfiyânın münferidi (seçkin kulların biriciği), kudsiyânın mahremi (kutsal meleklerin sırdaşı), vakti zamanın şeyhi, şeyhlerin muhteşemi, velîlerin muhteremi, bütün lugatlarla dînin dâvetçisi, hadislerin ve âyetlerin gerçek mânâlarının şerh edicisi olan bu zat, mânâları şerh etmekte Allâh’ın bir âyeti, hadis ve rivâyette sika (güvenilir), şerîat ve tarîkatta müctehid, bütün ilimlerde kâmil bir zât olup, bir çok kerâmetlere sâhip bulunmakta idi” diye övgüler yağdırmıştır. (Keşfu’l-mahcûb, Tezkiratü’l-evliyâ, Ahmed Abdürrahîm, Ahmed Abdüh, Riyâzatü’n-nefs, sh:4) 

Şimdi de bu rivâyeti Hakîm-i Tirmizî’den nakleden ve İslamoğlu’nun, “Üç Muhammed” kitabını kendilerine reddiye olarak hazırlamış olduğu ikinci isim olan İmâm-ı Suyûtî’nin bâzı fazîletlerinden bahsedecek olursak; İmâm-ı Suyûtî (Rahimehullâh)ın ilmin tüm fenlerinde ne kadar telifleri olduğunu sayıp bitiremeyiz, bunun için müstakil bir kitap derlemek lâzımdır. İbn-i İyâs el-Hanefî (Rahimehullâh): “Suyûtî, hadîs-i şerîf ve diğer ilimlerde mâhir bir âlim ve fâzıl bir kimse idi. Asrında ender bulunan bu zâtın altı yüz kadar eseri bulunmaktadır ki, bunlardan bâzısı onlarca cilt tutarındadır. Bu zât ilimde ve amelde müctehid derecesindedir” demiştir. (Bedâi’u’z-zühûr, 4/83) 

Allâme Necmüddin el-Ğazzî (Rahimehullâh) onun hakkında: “Hadis ilminde, hadis fenlerinde, (hadis rivâyet eden) rical(in kimliklerini tâyin ve güvenilirlik derecelerini tespit) ilminde ve hadisten hüküm istinbâtı (çıkarılması) noktasında zamanında ondan büyük bir âlim yoktu. Fazîletleri ve menkıbeleri çokluğundan dolayı sayılacak gibi değildir. Kendisinin (altmış iki senelik kısa bir ömrün son yirmi iki senesinde) çok tedkik gerektiren bunca eser yazmasından başka hiç bir kerâmeti olmasaydı bile, kadere inananlar için elbette bu yeterli olurdu” demiştir. (el-Kevâkibu’s-sâira, 1/228-229) 
Tabî ki İslamoğlu kadere inanmadığı için bu söz ona huccet olmaz. (İlmî bir heyet tarafından onun kaderi inkârına karşı yapılan reddiye için bakınız: Mustafa İslamoğlu’nun bâtıl görüşlerine karşı HAK SÖZ, Fatih Kalender, Kadere îmân tartışmalı bir fazlalık değildir.) 

Allâme Şevkânî ise İmâm-ı Suyûtî hakkında: “Asrının (İbn-i Hümam ve Münâvî gibi yüz elli kadar) en büyük âlimleri kendisine icâzet vermiştir. Bütün fenlerde öne çıkmış, akrânından üstün olmuş ve hadis alanında derlediği el-Câmi’u’s-sağîr ve el-Câmi’u’l-kebîr gibi tasnifleri, tefsir sahasında telif ettiği ed-Dürrü’l-mensûr ve el-İtkân gibi daha bir çok eseri, ayrıca her fende yazdığı tüm tasnifleri ulemâ nezdinde kabul görmüş ve gündüzün girdiği her yere girmiştir. Ne var ki böyle bir zât bile (Sehâvî gibi) fazîletini kıskanan ve menkıbelerini inkâr edenlerin tenkitlerinden kurtulamamıştır” diye övgülerde bulunmuştur. (el-Bedrü’d-dâli’, 1/328, Suyûtî, Husnü’l-muhâ- zara, 1/339) 

Evet, Sehâvî gibi kaplanların, Suyûtî gibi aslanlarla mücâdelesinin bir tür îzâhı bulunabilir. Gerçi Sehâvî’nin Suyûtî’ye îtirazları ulemâ nezdinde kabul görmemiştir. Zaten Sehâvî’nin kendi akrânına karşı son derece saldırgan tutumu ancak kendisine zarar vermiştir. Fakat aslanla kaplanın arasına girmeye kalkan bir çakalın hâline ancak acımak gerekir. 
Günümüzün müctehid taslakları maddî menfaatler için şî’î-mulhid demeden herkesin kapısını aşındırırken, kırk yaşına kadar fıkıh dersleri okutan Suyûtî, o yaştan sonra Nil kenarındaki evinde ibadete çekilerek sadece Allâh-u Te’âlâ ile meşgul olmuş ve kalan ömründe müellefâtını tahrîre başlamıştır. Sultan Kansu Gavrî ona bir hadım köleyle bin dînar hediye gönderdiğinde, bin dînarı geri göndermiş, hadım köleyi ise alıp âzâd ederek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hücreyi saâdetlerinin hizmetine vakfetmiş, sultanın elçisine de: “Bir daha bize böyle hediyeler getirme, çünkü Allâh bizi bunlara muhtâç etmedi” buyurma erdemini göstermiştir. 

Sultanın defâatle kendisini çağırmasına rağmen icâbet etmemiş, o zaman kendisine: “Bâzı evliyâ insanların işini görmek için krallarla görüşürlerdi” dendiğinde: “Onlarla görüşmeme husûsunda selefe uymak, müslümanın dîninin selâmeti bakımından daha hayırlıdır” diye cevap vermiş ve bu konuda: “Din direklerinin, sultanların yanlarına gidip gelmeme husûsundaki rivâyetleri” anlamına gelen “Mâ revâhu’l-esâtîn fî ademit’teraddüdi ale’s-selâtîn” diye bir kitap da telif etmiştir. (Necmüddin el-Ğazzî, el-Kevâkibu’s-sâira, 1/228, İbnü’l-imâd, Şüzürâtü’z-zeheb, 8/53) 
Kendisine verilen “Hadis hâfızlarının sonuncusu” lakabı, kendisinden sonra geçen beş yüz on dokuz sene içerisinde onun misli bir âlim gelmediğinin en büyük ifâdesidir ki, bu da artık kıyâmete kadar böyle bir âlim gelmeyeceğinin yeterli bir delîlidir. 

Biz burada İslamoğlu’na reddiye sadedinde bulunduğumuz için, onun tarafından adı zikredilen Zekvan, Hakîm-i Tirmizî ve Suyûtî (Radıyallâhu Anhüm) gibi kimselerin tahlîline yoğunlaştık, yoksa Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur oluşunu rivâyet eden sâdece Zekvan (Radıyallâhu Anh) da değildir, ondan önce İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ): “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi yoktu. O güneşe karşı duracak olsa O’nun nûru mutlakâ zıyâsına gâlip gelirdi. Bir kandilin yanında durduğunda da mutlakâ O’nun zıyâsı kandilin ışığına galebe çalardı” (Abdurrahmân ibnü’l-Cevzî, el-Vefâ, sh:407) sözüyle bu hakîkati dile getirmiştir ki, onun bu sözünden Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sâde mânevî bir nur olmayıp, aynı zamanda hissî bir nur olduğu anlaşılmıştır. 

İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan da önce Osman (Radıyallâhu Anh): “Allâh-u Te’âlâ hiçbir insan ayağını senin üzerine basamasın diye gölgeni yere düşürmedi” (Abdullâh ibni Ahmed en-Nesefî, Tefsîru’l-medârik, 3/135) sözüyle bu gerçeği ortaya koymuştur. 

Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi olmadığı husûsu geride zikrettiğimiz kaynakların yanısıra daha birçok kaynakta da nakledilmiştir ki, Râğıb el-Isfhânî’ye âit el-Müfredât (sh:318), Kâzı I’yâz’a âit eş-Şifâ (1/242), Suyûtî’ye âit el-Hasâisü’l-kübrâ (1/68), es-Suğrâ (sh:53), Şihâb el-Hafâcî’ye âit Nesîmü’r-riyâz, (3/282), Kastalânî’ye âit el-Mevâhib (4/253), Ali el-Halebî’ye âit es-Sîretü’l-Halebiyye (3/302), Muhammed Tâhir’e âit Mecma’u bihâri’l-envâr (3/402), Muhammed el-Beycûrî’ye âit Şerhu’ş-şemâil (sh:24), Ali el-Kârî’ye âit Cem’u’l-vesâil fî şerhi’ş-şemâil (1/217), Süleyman el-Cemel’e âit Şerhu’l-Hemziyye (sh:5), Huseyn ed-Diyârbekrî’ye âit Târîhu’l-Hamîs (1/219), ikinci binin müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî’ye âit el-Mektûbât (Farsça baskı, defter 3, cüz 9, sh:153), Abdulhak ed-Dehlevî’ye âit Medâricu’n-nübüvve (1/21), Abdürraûf el-Münâvî’ye âit Şerhu’ş-şemâil (1/57), Şah Abdülazîz ed-Dehlevî’ye ait Tefsîru fethi’l-Azîz (sh:316) gibi mûteber eserler bunlardan sâdece birkaçıdır. 

Dolayısıyla İslamoğlu’nun yahudi kabbalizmine dayalı aşırı yüceltmecilik iftirâsı sadece Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)a yönelik olmayıp, bu rivâyetlerin sâhibi olan Osman ve İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhüm) gibi sahâbeye ve bu rivâyeti kabûl ederek nakleden zevât-ı kirâmın tümüne, İbni Abbâs’dan başlayıp, İmâm-ı Rabbânî’ye kadar uzanan ulemâ ve evliyâ silsilesine müteveccih bulunmuştur. Zîrâ bu rivâyeti nakleden âlimlerden hiçbiri bu rivâyeti inkâr etmemişlerdir. 
Umarım ki siz okurlarım İslamoğlu’nun yahudi kabbalizmine meyletmekle suçladığı zatların ne büyük insanlar olduğunu böylece biraz daha anlamış oldunuz. 

Ey gidi İslamoğlu! Sen kimsin ki, bu büyüklerin rivâyetlerine îtirâz ediyorsun. Bir de onları Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in fazîletlerini neşrettikleri için yahudi kabbalizmine meyletmekle ithâm ediyorsun. Benim onlar hakkında serdetmek istediğim tenzih ifâdesinin en güzel örneğini İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhu)nun zikrettiği şu beyitlerde görmekteyiz:

Kâsır bir kişi onları tenkîde kalksa beyinsizliğinden, 
Pak sahalarını temizlerim, en çirkin kelimelerinden, 
Kurnaz tilki mi koparacak bir zinciri, 
Ona bağlıdır bütün dünyanın esedleri. (İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 1/148, 222, 302) 

Ey İslamoğlu! Sana da bir çift sözüm var ki, o da Arapça bir beyitte gelen şu ifâdedir: 
Ey kafasını ulu bir dağa vurup duran adam, 
Dağa değil de kafana acı, eğer acıyacaksan. 

Artık İslamoğlu’nun bu zatları yahudilere meyletmekle suçlayan âdî ifâdelerini okuyanlar onun dilinin ne kadar uzun olduğunu, kendileri de onun bu görüşlerini tasvib etmeleri halinde bunca ulemânın ve evliyânın ırzını rencide ettikleri için, yarın âhirette onların şikâyetlerine mâruz kalacaklarını ve iflah olmayacaklarını herhalde anlamış olmalıdırlar. Zâten Şeyhu’l İslâm el-Herevî (Kuddise Sirruhu)nun beyân-ı vechile; Allâh dostlarının: “İlâhî! Kimin Senin nazarından düşmesini istiyorsan, onu bizim gıybetimizle ve tenkîdimizle uğraştırarak helâk et” şeklindeki makbul duâlarının bir netîcesi olacak ki, bu büyüklerin rivâyetlerine îtirâz eden ve onlara hakâret eden hiç bir münkir müflih olmamıştır. Bugün anlayıp tevbe ederlerse tevbe kapısı açıktır, değilse yarın çoktan iş işten geçmiş olacaktır. 

İslamoğlu gibi: “Peygambere karizma kazandırmak için ona aşırı hürmet yapıyorlardı” hezeyanlarıyla sahâbe hazarâtına bile dil uzatmaktan çekinmeyen birinin, tâbi’în hazarâtına böyle iftirâlar yapması pek de yadırganacak bir şey değilse de, Ehl-i Sünnet geçindikleri halde hâlâ onunla birlikte hareket eden hocaların ve bu reddiyeler kendilerine ulaştığı halde hâlâ onu dinlemeye devam eden veyâ dinleyenleri uyarmayan kimselerin bu tutumu çok yadırganacak bir şeydir. Kendilerine yâhut yakınlarına veyâ sevdiklerine hakâret ve iftirâ edildiğinde etkilenip tavır takınan kimseler, sahâbe ve tâbi’îne yapılan bunca hakâret karşısında hâlâ sessiz ve seyirci kalabiliyorlarsa, mutlakâ îmanlarındaki samîmiyeti sorgulamalıdırlar. 

Allâh-u Te’âlâ’dan niyâzımız: “Doğrusu Biz o hakk (olan Ehl-i Sünnet inancın)ı bâtıl (olan Mu’tezile, Şî’a, Ca’feriyye ve Vehhâbiyye gibi dalâlet fırkalarının sapık inançları) üzerine atarız da o onun beynini patlatır, birden bire (o bâtıl bütünüyle) yok olup gitmiştir. (Ey bidatçiler! Din adına) Nitelemekte bulunduğunuz (bâtıl) şeylerden dolayı sizin için şiddetli helâk (ve yıkım) vardır!” (Enbiyâ Sûresi, 18) kavl-i şerîfi hürmetine, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüce şânına tâzim husûsunda bize nasîp ettiği hak inancı, İslamoğlu gibi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bâzı fazîletlerini inkâr ettirmeye çalışanların bâtıl inancına musallat kılarak bâtılı hükümsüz kılması ve onları tehdit ettiği helaktan bizleri muhâfaza buyurmasıdır. 

Ahmed Mahmud ÜNLÜ Hoca Efendi- Arifan Dergisi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder